headerLogo2b-18pt-myriadpro

34 muhammed paul afganistan testimony sizeUzun bir süredir insan yüreğinde Tanrı’ya başkaldıran bir şey olduğuna inanmaktayım. Bu şey günahtır ve zehirli etkisi yüreklerimizi o kadar yozlaştırmıştır ki, kötülüğünün farkında olmamıza karşın bundan zevk alırız ve serbest bir şekilde kendimizi buna veririz. İşte varlığımın tam merkezinde Tanrı’nın bu kötü yaşam için sağladığı çareye beni çeken şey bu temel günah sorunu, suçu ve tutsaklığından özgür olma arayışı oldu. Tanrı’nın günahkârlık sorunumuza çaresinin ne olduğunu öğrendiğinizde kuşkusuz siz de şaşıracaksınız.  

Günah sorunu ve kurtuluş yolunu göz ardı etmeyi seçenler olabilir. Yürekteki saklı şeylerin Tanrı’nın araştırmasına açık olduklarını bildikleri halde yüreklerinin durumunu kendilerinden ve başkalarından saklamayı tercih ederler. Bu gibi kişiler için bu hikâyenin pek fazla bir anlamı olmayacak. Ne var ki, günah konusunda derin bir şekilde kaygı duyan ve şu an olduklarından daha iyi insanlar olmak isteyen kişiler vardır. Umarım bu kişiler için bu hikâye rehberlik kaynağı ve yaşayan Tanrı’dan bir bereket olur.  

YAŞAMIMIN İLK YILLARI VE EĞİTİMİM

Aslen Afganistanlıyım. Babam Kabil’in yaklaşık 90 km güneyinde yer alan Logar kentinde yaşıyordu.

Babam, Payanda Han, Afgan ordusunda binbaşı rütbesine ve ‘Bahadır Han’ unvanına sahipti. İki karısı vardı. Birincisi akrabalarından biriydi. Bu eşi, erkek çocuk doğurmadı, üç kız çocuk doğurdu. Ailenin sonu gelmesin diye, Afganistan’ın en soylu ve tanınmış ailelerinden birinin üyesi olan Sayyid Mahmud Ağa’nın kızıyla evlendi. Küçük kardeşim, Taj Muhammed Han, ve ben bu evlilikten olduk. 1881 yılında doğdum.

Emir Abdur Rahman Han Rusya’dan Kabil’e geldikten kısa bir süre sonra ülkenin altı saygın kişisini yakaladı ve sınır dışı etti. Sonra bu kişiler öldürüldüler. Bunlar arasında benim babam da vardı. Ailemin başına ikinci bir felaket geldi. Siyasal nedenlerden ötürü, iki dayım yakalandı ve Kabil’de devlet hapishanesine kondu. Daha sonra da Hindistan’a sürgüne gönderildiler. Bundan kısa bir süre sonra, üçüncü dayım, annesi ve hizmetkârlarıyla Emir’in izniyle Hindistan’a geldi, en yakın akrabalarımın geri kalanı ise Kabil’de kaldı. Hindistan’a vardıklarında Hasan Abdal’da yerleştiler.

Siyasal zorluklar nedeniyle ailemizin tümü Hasan Abdal’a taşındı. Birkaç ay sonra annem hayatını kaybetti. Sonunda, ailem ve Emir arasında barış olduktan sonra, üç dayım ve benim dışımda ailemin tümü memleketimize döndü.

Daha sonra Delhi’ye gittim ve Arapça bilgimi artırmak için çok iyi tanınan bir okula gitmeye başladım. Mantık hakkında da dersler aldım, Hadis ve Kuran hakkında yorum kitaplarını çalışmak için çok uzun bir zaman harcadım. Gündüzleri sınıf arkadaşlarımla çalışıyordum. Akşamları öğretmenlerden özel ders alıyordum. Böylece zaman içinde ve Tanrı’nın lütfuyla bu konuları iyice öğrendim.

HIRİSTİYANLARLA İLK KARŞILAŞMA

Bir gün bazı arkadaşlarımla Delhi’nin şehir merkezine giderken okulumuzun yakınlarında büyük bir kalabalığın toplandığını gördük. Oraya vardığımızda Hıristiyan bir vaizle bizim öğrencilerden biri arasında üçlübirlik doktrini hakkında bir tartışma yaşandığını gördük. Hıristiyan vaiz aşağıdaki ayetle doktrini destekliyordu:

And olsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf 50:16)

Birinci çoğul şahıs ‘biz’ kullanıldığını ve eğer Tanrı’nın birliği kesin olsaydı burada ‘ben’ kullanılması gerektiğini söylüyordu. Öğrencinin verdiği yanıt tam olarak bu noktayla ilgili olmadığı için arkadaşlarım benim vaize karşılık vermemi istediler. Ben de, öne çıktım ve burada birinci çoğul şahıs kullanılmış olmasının, Arapçada terim ifadesine göre, çoğulu belirtmek için değil, saygı ifadesi olarak kullanıldığını söyledim.

Hıristiyan biriyle bir tartışma sırasında ilk karşılaşmam böyle oldu. Aynı gün, içimde Hıristiyanlarla tartışma konusunda anlatılamaz bir arzu doğdu. Bu arzu, kutsal olan şeyler için duyduğum derin bir ateş ve ilgiden kaynaklanıyordu. Sonuç olarak, gücümün yettiği kadarıyla Hıristiyanlığı çürüten kitapları toplamaya başladım. Pek çok kitabı dikkatli bir şekilde çalıştım ve Hıristiyan vaizlerle tartışmak için çeşme yakınlarındaki şehir merkezine sık sık gitmeye başladım.

Bir gün vaizlerle birlikte gelen bir İngiliz bir din adamı bana kartını verdi ve beni evine davet etti. Nazik bir insandı ve arkadaşlarımı da getirebileceğimi söyledi. Böylece üç arkadaşımla birlikte evine gittim. Çayımızı içerken din konularında ilginç bir tartışmaya başladık. Bana döndü ve Kutsal Kitap’ı okuyup okumadığımı sordu. ‘Neden Kutsal Kitap’ı okuyayım?’ dedim. ‘Kim her yıl değiştirdiğiniz böylesine değişmiş bir kitabı okur ki?’

Ben yanıt verdiğimde din adamının yüzünde acıyan bir ifade belirdi. Hafif bir gülümsemeyle şöyle söyledi: ‘Bütün Hıristiyanları yalancı mı sayıyorsun? Kutsal Yazıları değiştirerek dünyayı aldatmaya devam edecek kadar az mı Tanrı’dan korktuğumuzu düşünüyorsun? Müslümanlar, Hıristiyanların Tevrat ve İncil’in metinlerini sürekli değiştirdiklerini söylediklerinde, bütün Hıristiyanların yalancı olduğunu ve insanları aldattıklarını söylemiş oluyorlar. Bu onlara karşı ciddi ve gereksiz bir suçlama, sence de, öyle değil mi? Hıristiyanlar Kutsal Kitap’a Tanrı Sözü olarak inanırlar, tıpkı Müslümanların Kuran’a inandıkları gibi. Eğer Müslümanlar Kuran’ın metnini değiştiremezse, o zaman her konuda bilge olan Tanrı’nın Kitabının- Kutsal Kitap’ın- metinlerini Hıristiyanlar nasıl değiştirebilir? Eğer hilekâr bir Müslüman, Kuran’da herhangi bir ayetin metnini değiştirecek kadar ahmaksa, bütün Müslümanlar onun İslam dışında olduğunu söyleyip bunu yaptığı için onu afişe etmez miydi? Aynı şekilde, hilekâr bir Hıristiyan Kutsal Yazılardaki ayetlerden birinin metnini değiştirecek olsa, gerçek Hıristiyanların tümü onu kendi dinleri dışında sayıp onunla ilgili gerçekleri herkese duyurmaz mıydı? Tabii ki böyle yaparlardı! Müslümanların Tanrı’nın sözünün değiştirilmiş olması hakkında inancının kesinlikle herhangi bir temeli yoktur. Ben, Kutsal Kitap ve Hıristiyan inancı hakkında oldukça cahil olan Müslümanların bu inanca sahip olduğunu düşünüyorum.”

Din adamı sonra bana iki Kutsal Kitap verdi, biri Farsça ve diğeri Arapça. Bunları okumam için beni teşvik etti. Teşekkür edip oradan ayrıldık. Bu adamın önerdiği planı hiç önemsemedim. Kutsal Kitap’ı okumaktaki amacım Kutsal Kitap’tan İslam’ın doğruluğunu kanıtlamak amacıyla içinde eksiklikler bulmaktı. Tartışacağım Hıristiyanları susturabilmek istiyordum. Kutsal Kitap’ı başından sonuna kadar bile okumadım. Sadece Müslümanların yazılarında sözünü ettikleri ayetleri okudum. Delhi’de kaldığım sürece Hıristiyanlarla ateşli tartışmalara girişmeyi kendime iş edindim.

SONRAKİ ÇALIŞMALAR

Zaman içinde Bombay’a gitmeye karar verdim. Orada, bölgede yetkili ve çok bilgili bir adam olarak büyük saygı gören Hidayet Ullah’la tanışma şansına sahip oldum. Kabil’de oturuyordu ve ailemi iyi tanıyordu. Bombay’da tanışır tanışmaz İslam öğretişi konusunda bana daha fazla öğretiş vermeye söz verdi. Normal çalışmalarım sona ererken yazın çalışmalarına daha fazla önem vermemi önerdi. Aynı zamanda muhteşem kütüphanesini kullanmam için bana izin verdi. Bu İslam öğretmeni hayatının büyük bir kısmını İstanbul, Mısır ve Arabistan’da geçirmişti. Edebi bir dahiydi. Her ikimizin de anadili olan Farsça dilinde öğretiyordu ve bu da benim öğrenmemi kolaylaştırıyordu.

Bu zaman içinde, başka donanımlı bir akademisyen, mantık ve felsefe konusunda bir uzman, Mısır’dan geldi ve Zekeriya Medresesi’ne profesör olarak atandı. Bu adam, Afganistan’ın Celalabat bölgesinden Abdul Ahad’dı. Fakültenin bir parçası olduğunu öğrendiğimde kayıt yaptırdım, mantık ve felsefeyle ilgili ileri düzeyde kitapları çalışmaya başladım. Abdul Ahad bana oğlu gibi davranıyordu. Bana kendi odasının yanındaki odada bir oda verdi böylece istediğim zaman ondan yardım alabilecektim.

HIRİSTİYANLARLA YENİ ÇATIŞMALAR

Bir gün yürüyüş yaparken, bazı öğrenci arkadaşlarım ve ben Hıristiyan vaizlerin kalabalık bir grupla konuştuklarını gördük. Hemen o eski düşmanlığım uyandı ve Delhi’de yaşadığım deneyimi hatırladım. Vaizlere doğru yönlemeye hazırdım ki bir arkadaşım şu sözlerle bana engel oldu: “Hocam bu insanları boş ver. Onlarla tartışmak zamanını boşa harcamak olur. Bu zavallılar ne tartışma yapmayı biliyorlar ne de münazara kurallarından haberdarlar. Bu işi yapmak için para alıyorlar ve görevlerini yapıyorlar bu nedenle onlarla tartışmanın kesinlikle herhangi bir anlamı yok.” “Bu insanları tanıyorum” diye karşılık verdim, “Münazara sanatı ve kurallarını bilmeyebilirler ama pekâlâ insanları yoldan çıkarmayı biliyorlar. Düşüncesiz Müslüman kardeşlerini bunların tuzakları ve aldatmacalarından korumak her gerçek Müslüman’ın görevidir.” Öne çıktım ve söylediklerine karşı bir dolu itiraz sıraladım. Benim itirazlarıma telaşla muhalefetle karşı çıktılar.

Sonunda tartışma zaman yetersizliği nedeniyle kısa kesildi. Bizim yaşadığımız bu karşılamanın haberi kısa bir süre içinde okulun öğrencileri arasında yayıldı. Onlar da tartışmalara girme arzusuyla ateşlendiler. Düzenli olarak, haftada iki kez Hıristiyanlarla münazara için gidiyorduk. Sonunda bu müjdecilerden ikisi bizi evlerine davet etti. Yaşadıkları yer bizim kolayca erişemeyeceğimiz kadar uzaktı ve bu nedenle okulumuzun yakınlarında bir okuma odası açmaya karar verdiler. Eğer gerçekten Hıristiyanlıkla ilgili gerçekleri öğrenmek istiyorsak, burada araştırma yapabilirdik. Bu teklifi minnettarlıkla kabul ettim. Okuma odası açıldığında onlarla düzenli bir şekilde buluştuk.

Okuldaki öğrencilerin ve diğer arkadaşlarımın Hıristiyanlık dini hakkında hiçbir şey bilmediklerini anladığımda, medresedeki öğretmenlerden birinin tavsiyesini uyarak başka bir oda kiraladım. Burada "Nadwatul Mutakallimin" adı verdiğimiz bir topluluk kurduk. Amacımız Müslümanları, başta Hıristiyanlık olmak üzere tüm İslami olmayan dinler hakkında münazara yürütebilmek için gereken becerilerle donatmaktı.

Öğretmenim her zaman münazaralarla vakit geçirdiğimi ve hayatta başka bir ilgi alanım olmadığını görünce, bir gün akşam namazından sonra odama geldi. Tam o sırada, İncil’i okuyordum. Bana ne okuduğumu sordu. Söyledim ve öfkeli bir şekilde karşılık verdi, "Korkarım yavaş yavaş Hıristiyan olacaksın.” Yanıtı beni kışkırttı, saygısız davranmak istemediğim halde şunu söylemeden edemedim: "Neden Hıristiyan olayım? İnsan sadece İncil’i okuduğu için Hıristiyan mı olur? Hıristiyanlığı kökeninde yok etmek için okuyorum. Bu konuda bende kusur bulmak yerine beni teşvik etmelisiniz." Şöyle karşılık verdi: "Bunu söyledim çünkü İncil’i kim okusa Hıristiyan olduğunu duydum. Şu sözleri söyleyen şairi duymadın mı:

“İncil’i okuduğu zaman, sadık olanın yüreği İslam’dan uzaklaşır.”?

"Bu sözler saçma,” diye karşılık verdim. Bana daha fazla öğüt verdikten sonra, İslam öğretmeni odasına döndü.

ARABİSTAN’A YOLCULUK

Bu ilginç dinsel çatışma birkaç yıl devam etti, sonra birdenbire Mekke’ye hacca gitme isteği beni sardı. Hemen gereken ayarlamaları yaptım, Cidde’ye gitmek üzere "Şah-i-Nur" adlı buharlı gemiye bindim oradan da Mekke’ye geçtim. Hac gününde, hacı kıyafetimi giydim ve Arafat Dağı’na yöneldim. O gün, çok güzel bir görüntü gördüm: Zengin ve yoksul, yüksek ve aşağı olan hepsi aynı beyaz giysiyi giyiyordu. Sanki bütün ölüler kefenleri içinde, hesap vermek üzere mezarlarından çıkmıştı. Bu görüntüden ötürü gözlerim yaşardı. Fakat aynı zamanda bir düşünce geldi aklıma: "Eğer İslam doğru olan din değilse, Diriliş Günü’nde durumum ne olacak?" O anda ve orada Tanrı’ya dua ettim: "Tanrım bana gerçek dini ve senin gerçek yolunu göster. Eğer İslam doğru dinse, beni bu yolda tut ve bana İslam’a karşı çıkanları susturmam için lütfet. Eğer Hıristiyanlık doğru dinse, o zaman bana bu gerçeği açıkla. Âmin."

Medine’ye kısa bir ziyaretten sonra, Bombay’a geri döndüm. Benim yokluğumda münazara topluluğumuz dağılmıştı. Benim dönüşümle birlikte, bunun yerine hemen başka bir topluluk kurdum. Bu topluluğun başkanı oldum ve Abdur Rauf sekreterlik görevini üstlendi. Her hafta Müslüman olmayan birini bize konuşma yapması için çağırıyorduk ve aramızdan biri misafirimizin savına yanıt veriyordu. Hıristiyanlar adına konuşma için Munshi Mansur Masih düzenli olarak gelirdi. Başkaları Tanrı inancına sahip bir Hindu dernek olan Arya Samaj adına konuşmaya gelirdi.

ÇOK ÖNEMLİ BİR KONU

Bir gün, Munshi Mansur Masih, İslam’da kurtuluş olmadığına ilişkin çok ikna edici bir konuşma yaptı. Topluluğumuzdaki üyeler benim ona yanıt vermemi istediler. Elimden gelen en iyi şekilde İslam’da kusursuz ve kesin kurtuluş olduğunu kanıtlamaya çalıştım. Dinleyiciler konuşmamı beğendiler fakat ta içimde, yanıtımın beni ikna etmediğini çok iyi biliyordum. Nitekim konuştuğumda, konumumun zayıflığını kabul etmeye zorlandım. Karşımdaki rakibimden daha fazla gürültü yaptığım halde, sesi canımda tarif edilmez bir kuvvetle gürlüyordu.

Bu tartışma sona erdiğinde gece neredeyse 11 olmuştu. Eve döndüm ve Munshi Mansur Masih’in söyledikleri hakkında çok dikkatli düşünmek için oturdum. Ne kadar düşünürsem, kurtuluşun dinin yaşamsal soluğu ve gerekli temeli olduğu benim için açık bir hal aldı. Ayrıca, insanın unutkanlık, itaatsizlik ve suç yumağı olduğunu fark ettim. Yaşamı, günahın lekesinden kesinlikle arınmış olabilecek kadar pak kalamıyordu. Günah insanın ikinci doğası olmuştur. ‘Hata insana mahsustur’ gerçekten de doğru bir sözdür. Temel soru şudur,

“İnsan nasıl hesap vermekten ve cezadan kaçabilir?”

Bu konuyu dürüstçe ve önyargısız bir şekilde soruşturmak görevim haline geldi. Kurtuluşun İslam aracılığıyla kesin olarak sahip olunacağını bulursam o zaman Tanrı’ya şükredecektim. O zaman gözlerim nasıl da parlayacak ve yüreğim nasıl da sevinecekti! Fakat İslam, böylesi bir güvence sağlamazsa, o zaman tatmin edici bir kurtuluş planı sunan bir dine yönelmem gerekecekti. Bu karara vardığımda, duada dizlerimin üzerine çöktüm ve Tanrı’nın huzurunda acı acı ağladım Kutsal Kitap’ı o ana kadar okuduğum şekilde okumayacağıma söz verdim. Sefil bir günahkâr olan benim, kurtuluşu keşfetmem için okuyacaktım.

KURTULUŞ ARAYIŞI

O günden itibaren, tutumumu değiştirdim, gerçeği içtenlikle arayan biri olarak, Kutsal Kitap’ı okuyup Kuran’la kıyaslamaya başladım. Aklımı huzura daha fazla erdirmek için Parsi bir arkadaşımdan Avesta (kutsal yazıların Zoroastoryan kitabını) ödünç aldım ve Satyarth Prakaş’ın bir nüshasını satın aldım. Bütün bu kitapları kıyaslamaya başladım. Avesta’yı dikkatli bir şekilde okuduktan ve Parsi araştırmacılarla konuştuktan sonra bu dinde kurtuluş için mantıklı bir yöntem olmadığını fark ettiğimde kurtuluş konusunda daha da fazla ümitsizliğe kapıldım.  

Sonra Swami Dayanand Saravasti tarafından yazılmış olan Satyarth Prakaş’ı çalışmaya başladım. Arya Samaj’ın doktrinlerini ortaya koyan en yetkili kitap olarak görülüyordu. Aradığımı bulma umuduyla okudum. Fakat bunun yerine, tüylerimi ürperten tuhaf öğretişler buldum. Tanrı’nın günahları bağışlayamayacağını söylüyordu. Buna çok şaşırdım ve kurtuluş kazanma umuduyla insanların Arya Samaj’a katılmasının boş olduğunu düşündüm. Arya Samaj’a göre, Tanrı, insanın günahlarını, Arya Samajist olmadan önce veya sonra işlenmiş günahları, bağışlayamaz. Bu nedenle, ceza kaçınılmazdır.

Ayrıca, Arya Samaj’ın kurtuluşu sonsuz olarak görmediğini keşfettim. Arya Samaj’la kurtuluş elde edilemeyeceği benim için netlik kazandı, şu ya da bu şekilde kurtuluş elde edilse bile sonsuz olmayacaktı. Sonuç olarak, kurtuluş geçici bir süre içinse, insan sürekli olarak kendisinden daha fazla mutluluğun esirgenebileceğinden korkmaz mıydı? Bu noktaya varıp da benim gibi bir günahkâr için kurtuluş olmadığını anladığımda bu çalışmaya devam etmedim.

Önümdeki en zor görev, Kuran’ı ve hadislerin en güvenilir olanını incelemekti. Kurtuluş doktrini, yani cennete giden yol hakkında araştırmama başlamadan önce ellerimi duayla Tanrı’ya kaldırdım:

"Tanrım, biliyorsun Müslüman olarak doğdum, Müslüman’ım ve kuşaklar boyunca atalarım bu dinle doğup bu dinle öldü. Ben de bu din içinde yetiştirildim bu dinle eğitildim. Bu nedenle, gerçek yolunu keşfetmeme engel olarak her engeli ortadan kaldır ve bana kurtuluş yolunu göster. Öyle ki, bu geçici dünyadan ayrılırken sana hoşnutsuzluk vermeyeyim. Âmin."

Kuran’ı çalışırken gördüğüm şey daha önce bildiğim bir şeydi. Kurtuluşu kazanmak sevap işlemeye bağlıydı. Bu doktrini destekleyen pek çok ayet buldum fakat burada sadece iki tanesini aktaracağım:

“İman edip de, iyi işler yapanlara gelince, onlar için yaptıklarına karşılık olarak varıp kalacakları cennet konakları vardır. Yoldan çıkanlar ise, onların varacakları yer ateştir. Oradan her çıkmak istediklerinde geri çevrilirler ve kendilerine: Yalandır deyip durduğunuz cehennem azabını tadın! denir.” (Secde 32:19-20)

“Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.” (Zilzal 99:7-8)

İlk bakışta bu ayetler çok güzel ve avutucuydu ama aklımda bir soru işaretine neden oluyorlardı,

“Bizim için sadece iyilik yapıp hiç kötülük yapmamak mümkün mü? İnsanda bu güç var mı?”

Bunu dikkatli bir şekilde düşündüğümde ve aynı zamanda insanın düşünce ve tutkularını hesaba kattığımda, insanın günahsız kalmasının mümkün olmadığı benim için netlik kazandı. Sürekli olarak ve sadece iyilik yapma gücü insanda yoktur.

Arabistan’ın ahlaki filozofları insanın davranışlarına yol açan dört yetenek olduğunu iddia ederler. Bu dördünden üç tanesi ruhsal çıkarını tersine çalışır. İnsanı Tanrı’ya yönelten, Tanrı’nın buyruklarına uymasına yardım eden tek bir yetenek vardır, iyilik yeteneği. Fakat etkileri insanın gözünden saklanmıştır. Öte yandan, diğer üç yeteneğin birleşik kuvveti vardır, bunların etkileri insana anında zevk verir ve insanı motive eder. Bu nedenle, insanın aklı sadece yüzeyde olanı görür. Şimdiki zamanda yaşar, dünyasal şeylere daha fazla dikkatini verir, Ruh’la ve Tanrı’yla ilgili şeylerde dikkatsiz olur. Seçkin bir Müslüman konuyu şöyle açıklıyor:

"Dört şeyde tuzağa düşürülmüş kalmışım, bunların üstünlüğü sefaletimin ve sıkıntımın kaynağı. Bu dört şey, İblis, dünya, şehvet ve açgözlülük. Bunların hepsi bana düşmanken nasıl bunlardan özgür olabilirim? Kötü arzular beni kendilerine çekiyor, tensellik ve zevkin karanlık çukuruna doğru atıyor."

Arap filozoflara göre, üç yetenek, iyilik yeteneği üzerinde güç kazandı ve Âdem Tanrı’nın yapmasını yasakladığı şeyi yaptı. Sonuç, soyundan gelenler tarafından miras alındı, ta şimdiki zamana kadar. Arap araştırmacı ve Sünni İslam’da kullanılan altı kanonik hadis koleksiyonunu oluşturan kitapların birinin yazarı olan Al-Tirmidhi şöyle yazmıştır:

“Ebu Huraira, Tanrı’nın Elçisinin şöyle dediğini anlatır: “Tanrı Âdem’i yarattığında, sırtını sıvazladı ve sırtından yarattığı tüm insanlar düştüler, onun soyundan Diriliş Günü’ne kadar. Her insanın gözlerinin önüne bir ışık koydu. Sonra, onları Âdem’e getirdi. Âdem şöyle dedi: ‘Rabbim bunlar kim?’ Şöyle karşılık verdi: ‘Onlar senin soyundan gelenler.’ Gözleri arasında ışık olan adamlar arasında bir adam gördü ki onu çok hayrete düşürdü. Şöyle dedi: `Rabbim, onun hayatını kaç yıl olarak belirledin?' Şu sözlerle karşılık verdi: `Altmış yıl.' Âdem şöyle dedi: `Rabbim, benim hayatımdan alarak onun hayatını kırk yıl artır.' Tanrı’nın Elçisi şöyle dedi: "Âdem’in hayatı tamamlandığında, kırk yıl dışında tabii, ölüm meleği geldi kendisine. Âdem dedi ki: `Daha hayatımın kırk yılı yok mu?' Şöyle karşılık verdi: `O yıllar oğlun Davut’a vermedin mi?' Sonra Âdem bunu inkâr etti ve soyundan gelenler inkâr etti ve Âdem unuttu ve ağaçtan yedi ve soyundan gelenler unuttular ve Âdem günah işledi ve soyundan gelenler günah işlediler.”

Bu hadisten, Âdem’in bütün çocuklarının kesin olarak günahkâr olduğu bellidir çünkü Âdem’in günahı hepsine girmiştir. Buna göre, azizler ve din önderleri de günahlarını itiraf etmiştir. Böylece Âdem, ilk peygamberler ve Havva şöyle der:

(Âdem ile eşi) dediler ki: Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz.” (A’raf 7:23)

Benzer şekilde, Kuran’da İbrahim Peygamberin şöyle söylediğini okuyoruz,

“Ey Rabbimiz! (Amellerin) hesap olunacağı gün beni, ana-babamı ve müminleri bağışla!” (İbrahim 14:41)

Ebu Huiraira’nın anlatımıyla Buhari’nin hadisinde İslam’ın peygamberinin şu duayı söylediğini okuyoruz, “Günahlarımı, su, kar ve doluyla yıka.” (Kitap No.12, Hadis No.711)

İslam’ın peygamberinin ilk halifesi Ebu Bekir, ünlü şiirinde şöyle der: "Tanrım nasıl kurtulacağım, içimde hiç iyilik yok ki? Suçlarımla doluyum ama iyilikte çok eksiğim."

Bütün bu kanıtlara ek olarak, Kuran’dan aşağıdaki ayet bütün insanların günahkâr olduğunu savunur:

“Şüphesiz insan, Rabbine karşı pek nankördür. Şüphesiz buna kendisi de şahittir.” (Adiyat 100:6-7)

Bu bağlamda aşağıdaki düşüncelerle yüz yüze geldim: Peygamber İsa da bir insandı. Kuran diğer peygamberlerin günahlarından söz ediyor. Ama Kuran neden İsa’nın günahlarını kaydetmiyor? Benim gördüğüm kadarıyla Kuran sadece İsa’nın günahsızlığını kaydediyor, bu nedenle İncil’e baktım. Burada aşağıdaki ayetleri buldum:

“Hanginiz bana günahlı olduğumu kanıtlayabilir?” (Yuhanna 8:46, İncil)

“Tanrı, günahı bilmeyen Mesih'i bizim için günah sunusu yaptı. Öyle ki, Mesih sayesinde Tanrı'nın doğruluğu olalım.” (2.Korintliler 5:21, İncil)

“Çünkü başkahinimiz zayıflıklarımızda bize yakınlık duyamayan biri değildir; tersine, her alanda bizim gibi denenmiş, ama günah işlememiştir.” (İbraniler 4:15, İncil)

“O [İsa] günah işlemedi, ağzından hileli söz çıkmadı.” (1. Petrus 2:22, İncil)

“Mesih'in, günahları kaldırmak için ortaya çıktığını ve kendisinde günah olmadığını bilirsiniz.” (1. Yuhanna 3:5, İncil)

Böylece, Peygamber İsa dışında bütün insanlığın günahkâr olduğuna ilişkin kesin kanıtlar vardı. Bu koşullar altında, pek çok din önderi, filozof ve azizler bu olanaksız yolda başarısız olmuşken ben kimdim ki, iyi eylemlerle kurtuluş kazanabileceğimi iddia edeyim?

Eylemlerle kurtuluş doktrini konusunda öğretişlerini incelemek için tekrar Kuran’a döndüm. Burada, konumu ne olursa oldun her insanın mahkûm olmayı hak ettiğini açıkça belirten iki ayeti aktaracağım:

“İçinizden, oraya uğramayacak hiçbir kimse yoktur. Bu, Rabbin için kesinleşmiş bir hükümdür. Sonra biz, Allah'tan sakınanları kurtarırız; zalimleri de diz üstü çökmüş olarak orada bırakırız. (Meryem 19:71-72)

Başka bir çeviri şöyle diyor, “Aranızda cehennemden geçmeyecek olan yoktur...”

Benim dışımda kimse bu sözleri ne büyük bir dehşet, umutsuzluk ve hayal kırıklığıyla okuduğumu bilemez. Ruhsal olarak hasta bir insan olan ben, bana günahkârlığım konusunda bir çare sunması için, sanki bir doktora danışıyormuşum gibi okuyordum Kuran’ı. Fakat bana bir çözüm sunmak yerine, şöyle diyordu: "Her biriniz cehennem azabı çekeceksiniz çünkü Rabbiniz’in kesin görevi budur."

Fakat İslam inancına karşı duyduğum doğal sevgi ve bağlılığım, kişisel kararım konusunda acele etmeme engel oluyordu. Geleneklerde, bu ayet hakkında bir yorum aramanın uygun olacağını düşündüm böylece İslam’ın peygamberinin bu konuda ne diyeceğini görebilirdim. Uzun bir arayıştan sonra, Mişkat al-Masabih’te şu hadisi buldum:

İbn Masud, İslam’ın Peygamberinin şöyle söylediğini söylüyor: "Bütün insanlar cehenneme gidecek. Sonra, eylemlerine göre çıkacaklar. İlk önce çıkanlar bir yıldırım çakması kadar kısa bir sürede çıkacaklar, onlardan sonra çıkanlar rüzgâr gibi, sonrakiler dörtnala koşan bir at hızıyla, sonrakiler hızlı bir binici gibi, sonra hızla koşan bir adam gibi ve en son yürüyen insan hızında." (Tirmidhi and Darimi).

Önceki ayetin anlamı artık açıktı. Bütün insanları cehenneme girmesi ve sonra işlerine göre çıkmaları kaçınılmazdı. Kuran’ın anlamı açıktı ve İslam’ın Peygamberinin ifadesiyle destekleniyordu. Araştırmamı bu noktada sonlandırmayı istedim ama Kuran’ın kendisinde bir yorum aramanın en iyisi olacağını düşündüm. Böylece uzun bir arayıştan sonra, şu ayeti buldum:

Rabbin dileseydi bütün insanları bir tek millet yapardı. (Fakat) onlar ihtilafa düşmeye devam edecekler. Ancak Rabbinin merhamet ettikleri müstesnadır. Zaten Rabbin onları bunun için yarattı. Rabbinin, "And olsun ki cehennemi tümüyle insanlar ve cinlerle dolduracağım" sözü yerini buldu.” (Hud 11:118-119)

Bu ayeti okuduktan sonra o kadar mahvoldum ki, Kuran’ı yavaşça kapadım ve endişeli bir şekilde düşüncelere kapıldım. Uykumda bile huzur bulmuyordum, çünkü uyanık olduğum saatler, rüya biçimi almıştı ve beni rahatsız ediyordu. Atalarımın inancını terk etmek benim için anlatılamayacak kadar zordu. Hayatıma son vermeyi tercih ederdim. İslam’ı bırakmak zorunda kalmayayım diye bir süre için sorunu ortadan kaldırmanın veya bir tür kaçış bulmanın bir yolunu düşünmeye çalıştım. Bu amaçla, hadislerde yardım aramaya başladım. Bu hiç de kolay değildi çünkü hadisler altı kalın ciltten oluşur. Ayrıca, her bir hadise hadis biliminin ilkelerini uygulamak çok zor bir iştir. Fakat bu zorluklara karşın, Tanrı’nın yardımıyla işimi tamamladım.

Hadislere göre kurtuluşun üç yolu vardır. Birincisi, eylemler ve kurtuluş arasında kesinlikle hiçbir bağlantı yoktur. Tüm yaşamını Tanrı’nın kurallarını çiğneyerek geçiren en kötü günahkâr cennete gönderilebilir. Ayrıca, yaşamını iyi eylemlerle geçiren en iyi insan bile cehenneme gönderilebilir. Aşağıdaki hadisler zaten kendilerini açıklıyorlar:

Hazreti Anas İslam’ın Peygamberinin, at üzerinde gittiğini ve Maadh’ın kendisini izlediğini anlatır. Peygamber üç kez, ‘İçtenlikle, ‘Tek bir Tanrı’dan başka Tanrı yoktur ve Muhammed Onun peygamberidir’ diye inanan ve bunu söyleyen kişi hiçbir zaman cehennemin ateşini görmeyecektir. Maadh şöyle der, "Ey Tanrı’nın Peygamberi bunları bu haberi duyurayım mı?" Peygamber şöyle yanıt verdi, "Bu durumda, bunun dışında başka bir şeye inanmazlar." (Mishkat)

Bu konuyla ilgili Ebu Dharr tarafından aktarılan bir hadis var; sözleri eylemlerle kurtuluşun anlamsız olduğu sonucu veriyor çünkü Müslümanların şahadetini söyledikleri takdirde zina eden de, hırsız da kurtuluş sahibi olabilir. Hadis şöyle der:

Ebu Dharr’ın şöyle söylediği aktarılır: Peygambere geldim ve üzerinde beyaz bir örtü vardı, uyuyordu. Sonra, uyandığında yanına geldim. Sonra dedi ki: ‘Allah dışında başka Tanrı yoktur’ diyen ve buna güvenerek ölen her Tanrı kulu cennete girecektir. Şöyle dedim, ‘Zina etmiş ve hırsızlık yapmış olsa bile mi?’ Şöyle karşılık verdi, ‘Zina yapmış veya hırsızlık yapmış olsa da ve Ebu Dharr’a rağmen.’" (Muslim, Bukhari).

Bir sepet şekerin bir çocuk için tatlı olduğu kadar tatlı başka bir hadis buldum; bu hadis insan iyilik de yapsa kötülük de yapsa, birkaç sözü tekrar ederek cennete girebileceğini vaat ediyordu. Şöyle diyor:

“Ubada bin Samit’in Tanrı’nın Elçisi’nin şöyle söylediği anlattığı söylenir: "Allah dışında başka Tanrı olmadığına ve O’na eş olmadığına ve Muhammed’in kulu ve Elçisi olduğuna ve İsa’nın Tanrı’nın kulu ve elçisi ve hizmetkârının oğlu ve Meryem’e verdiği sözü ve O’ndan bir ruh olduğuna ve cennet ve cehennemin gerçek olduğuna tanıklık eden herkesi Tanrı ne iş yapmış olursa olsun cennete alacaktır!" (Muslim, Bukhari).

Bu hadisleri okuduğumda, aklıma rahatsız edici bir soru geldi. Hayatını kötülük yaparak geçiren iyiliğini hiç düşünmeyen biri öldüğü anda cennete giderken, Tanrı korkusuyla hayatını geçirmiş, özdenetime sahip ve iyi işler yapmış kişi öldüğünde cehenneme mi gidecek?

İkincisi, hadislerde kurtuluşun Tanrı’nın merhametine dayandığı gösterilir—o kadar ki Peygamberin kendisi bu merhamet için yalvarmıştır. Tanrı kendisine merhamet etmediği sürece, Peygamber eylemleri aracılığıyla kurtuluş edinemez. Mişkat’ta bir hadis şöyle der:

Ebu Huraira, İslam’ın Peygamberinin şöyle söylediğini anlatmıştır: "Aranızda kimse iyi eylemleriyle cennete girmeyecektir." Şöyle dediler: "Sen bile mi, Tanrı’nın Elçisi?" "Ben bile," diyerek karşılık verdi, "Tanrı beni lütfu ve merhametiyle sarmadığı sürece ben bile giremem. Bu nedenle güçlü olun ve sabah akşam, her an iyilik yapmaya çalışın."

Okuyucu, Hıristiyanların iyi eylemler yapmanın gerekliliğini inkâr etmediğini bilmelidir. Hıristiyanlar her zaman iyi eylemler yapmaları gerektiğinin farkındadır. Fakat kurtuluşları eylemlerine bağlı değildir çünkü kimse kendisinden beklenenden fazlasını yapamaz. Böylece kimse kötü işlerini bağışlatma işine yarayacak kadar çok iyi iş yapmaz. Bakın İsa ne diyor:

“Hanginizin çift süren ya da çobanlık eden bir kölesi olur da, tarladan dönüşünde ona, 'Çabuk gel, sofraya otur' der? Tersine ona, 'Yemeğimi hazırla, kuşağını bağla, ben yiyip içerken bana hizmet et. Sonra sen yiyip içersin' demez mi? Verdiği buyrukları yerine getirdi diye köleye teşekkür eder mi? Siz de böylece, size verilen buyrukların hepsini yerine getirdikten sonra, 'Biz değersiz kullarız; sadece yapmamız gerekeni yaptık' deyin.” (Luka 17:7-10, İncil)

Aşağıdaki hadisle de kıyaslayın:

Cebir İslam’ın Peygamberinin şöyle söylediğini aktarır: "Yaptığınız hiçbir sevap size cennet güvencesi sağlayamaz, cehennemden de kurtaramaz—Tanrı’nın lütfu olmadan beni bile kurtaramaz. "

Bu hadislerden Tanrı merhamet etmediği sürece kimsenin kurtuluşa sahip olamayacağını anladım. Bu beni biraz olsun teselli etti ama bir yandan da düşünmeye başladım: Tanrı merhametli ise, aynı zamanda adildir. Tanrı eğer sadece merhamet ettiği için bağışlarsa, adalet ve doğruluğunun gereklerini bir kenara bırakmış olur. Adaletten bu şekilde kaçınılması Tanrı olma konusunda bir kusura işaret eder. Kuşkusuz böyle bir eylem Tanrı’nın yüceliğine yakışmaz.

Hadislerde benim için açıklık kazanan üçüncü şey, İslam’ın peygamberinin bile kimseyi, kızı Fatima’yı veya akrabalarını bile, kurtaramayacağıydı. Böylece, kesinlikle doğru olduğunu düşündüğüm peygamberin sadık olanlar için aracılık edebileceği fikrinin yanlış olduğunu gördüm. Bir hadis şöyle der:

Ebu Huraira, ‘Akrabalarının korkmasını sağla’ ayeti İslam’ın Peygamberine vahiy olarak verildiğinde, Peygamber kalktı ve şöyle ilan etmeye başladı: "Ey Kureyş halkı ve Abdul Manaf oğulları ve sen Abdul Muttalib oğlu sen Abbas ve teyzem Safiye, Diriliş Günü’nün cezasından sizleri kurtaramam. Kendinize dikkat edin, kızım Fatima; malımı kullanabilirsin ama seni Tanrı’dan kurtaramam. Kendine dikkat et." (Buhari)

Böylece, hadislerle ilgili geniş ve derin bir çalışmadan sonra, artık araştıracak bir şey kalmamıştı. Büyük bir dehşet ve çaresizlik içinde Hadisler kitabını kapattım ve Tanrı’ya dua ettim:

"Tanrım, Yaratıcım ve Rabbim, yüreğimin arzularını benim bildiğimden daha iyi biliyorsun. Senin gerçek dinini ne kadar uzun zamandır aradığımı biliyorsun. Yapabildiğim sürece araştırmamı yaptım. Şimdi bu nedenle, bana senden gelen bilginin ve senin kurtuluşunun yolunu aç. Seni hoşnut eden halkının bir parçası olmam için bana lütfet, böylece Senin görkemli huzuruna girdiğimde yüceltileceğim ve sevineceğim. Âmin."

Çaresiz ve bunalmış bu ruh hali içinde, araştırmamda olası kusurları düzeltmek amacıyla tekrar Kutsal İncil’i okumaya başladım. Kutsal İncil’i okuduğumda bu kez gözlerim şu sözlerle karşılaştı:

“Ey bütün yorgunlar ve yükü ağır olanlar! Bana gelin, ben size rahat veririm.” (Matta 11:28, İncil)

İncil’de bu ayetlere rastlamam nasıl olduğu bilmiyorum. Bilerek aramadım. Öte yandan, rastlantı da değildi. Daha çok, ağır çalışmama ve içten araştırmama Tanrı’dan gelen bir cevaptı. Benim gibi bir günahkâr için gerçekten üstün bir şekilde müjdeydi. Yaşam veren bu ayetin benim üzerinde yaşam veren bir etkisi oldu. Bana esenlik, teselli ve sevinç verdi. O anda yüreğimdeki rahatsızlığı ve belirsizliği ortadan kaldırdı. İsa şöyle diyor: “Ben size rahat veririm.” Kurtuluşun nasıl kendisine dayandığını gösteriyor. İsa sadece O’nun üstünde veya ötesindeki bir yola işaret etmiyor, hayır, bunun yerine şöyle diyor:

“İsa, "Yol, gerçek ve yaşam Ben'im" dedi. "Benim aracılığım olmadan Baba'ya kimse gelemez.” (Yuhanna 14:6, İncil)

Fakat aklıma şu soru takıldı: İnsan İsa Mesih’in bu olağanüstü iddiasına güvenebilir mi? Güvenilebileceği sonucuna vardım çünkü birincisi, Mesih, Müslümanlar tarafından günahsız, bu ve öteki dünyada görkemli olarak kabul edilir. Tanrı Sözü ve Tanrı’nın Ruh’u olduğu söylenir. İsa’ya atfedilen bu ve başka tarifler, yetkinliğe işaret eder. İkincisi, Hıristiyanlara göre, kusursuz bir şekilde Tanrı ve kusursuz bir şekilde insandır. Adi tutkulardan ve dünyasal hırslardan tamamıyla özgürdür. Bu nedenle hem Müslümanlara hem de Hıristiyanlara göre en yüce niteliklere sahip olan Mesih’in günah işlemesi veya kendisine layık olmayan bir şey yapması mümkün değildir.

Sonra Mesih’in nasıl kurtuluş vaat ettiği üzerinde düşünmeye başladım. Zihnimi yatıştırmak için Kutsal İncil’i araştırmaya başladım ve şu ayete rastladım:

“Nitekim İnsanoğlu, hizmet edilmeye değil, hizmet etmeye ve canını birçokları için fidye olarak vermeye geldi.” (Matta 20:28, İncil)

Bu ayeti okuyunca, Tanrı’nın nasıl kurtuluş sunduğunu anladım. Mesih, biz günahkârlar için hayatını verdi. Bu, dünyanın eşini gösteremeyeceği harika bir yoldur. Çok sayıda insan bu dünyada din kurmuştur ama aralarında hiçbiri, ölümünün insanın günahının bağışlanmasını sağlayacağına iddia etmemiştir. Mesih, sadece bu iddiayı ortaya koymakla kalmadı aynı zamanda gerçekleştirdi.

Bu düşünceyle büyük bir sevince kapıldım. Mesih ve insana karşı duyduğu sevgi yüreğimde silinmez bir iz bıraktı. Fakat ben kendimi bu sevince kaptırmışken, aklıma başka bir soru geldi: Mesih’in kurbanı ve bağışlatmasına ne gerek vardı? Hayatını vermeden kurtuluş sağlayamaz mıydı? Biraz daha düşündükten sonra bu sorunun yanıtını da buldum: Tanrı hem merhametli hem de adildir. Eğer Mesih, hayatını vermeden kurtuluş vaat etseydi merhametin gereği kesinlikle yerine gelirdi. Fakat adaletin gereğini yerine getirmek için Mesih kurbanı ödedi—değerli kanıyla. Bu şekilde, Tanrı bize karşı olan sevgisini gösterdi.

“Tanrı'yı biz sevmiş değildik, ama O bizi sevdi ve Oğlu'nu günahlarımızı bağışlatan kurban olarak dünyaya gönderdi. İşte sevgi budur.” (1.Yuhanna 4:10, İncil)

İncil’de araştırmama devam ettim ve baştan sona birkaç kez okudum. Bana kurtuluşun- yani dinin özü ve amacının- sadece Rab İsa Mesih’e iman ederek mümkün olduğunu hiç kuşkuya yer bırakmayacak şekilde gösteren yüzlerce ayet buldum. Bunu kanıtlamak için burada bir ayeti aktaracağım:

“Kutsal Yasa'da söylenenlerin her ağız kapansın, bütün dünya Tanrı'ya hesap versin diye Yasa'nın yönetimi altındakilere söylendiğini biliyoruz. Bu nedenle Yasa'nın gereklerini yapmakla hiç kimse Tanrı katında aklanmayacaktır. Çünkü Yasa sayesinde günahın bilincine varılır. Ama şimdi Yasa'dan bağımsız olarak Tanrı'nın insanı nasıl aklayacağı açıklandı. Yasa ve peygamberler buna tanıklık ediyor. Tanrı insanları İsa Mesih'e olan imanlarıyla aklar. Bunu, iman eden herkes için yapar. Hiç ayrım yoktur. Çünkü herkes günah işledi ve Tanrı'nın yüceliğinden yoksun kaldı. İnsanlar İsa Mesih'te olan kurtuluşla, Tanrı'nın lütfuyla, karşılıksız olarak aklanırlar. Tanrı Mesih'i, kanıyla günahları bağışlatan ve imanla benimsenen kurban olarak sundu. Böylece adaletini gösterdi. Çünkü sabredip daha önce işlenmiş günahları cezasız bıraktı.” (Romalılar 3:19-25, İncil)

KARAR VE İKRAR

Anlattığım araştırmaları tamamladıktan sonra artık Hıristiyan olacağım sonucuna vardım. Bu koşullar altında, onların bunun üzerinde düşünmelerinin ve böylece araştırmalarını gizlice sürdürdüğüm suçlamalarından özgür olmam için bütün bu konuyu topluluğa sunmanın yapılacak en onurlu şey olacağını düşündüm.

Her zamanki gibi toplantıya gittim. Yine konuşma sırası Munshi Mansur Masih’teydi. O başlamadan önce, bu sefer benim İslam’a karşı konuşmak istediğimi söyledim. Sonra uzun yıllar süren araştırmamın sonuçlarını anlatmaya başladım. Topluluğumuzun görevlileri sözlerim karşısında şaşırdılar fakat konuşmamı yine benim çürüteceğimi umuyorlardı. Konuşmamı bitirip yerime oturunca başkan yardımcısı şöyle dedi "Başkanın kendisinin bu hoş olmayan konuşmanın karşı konuşmasını yapacağını umut ediyoruz."

Tekrar ayağa kalktım ve şöyle dedim: "Beni dinleyin dostlarım. Benim şimdi size anlattıklarım yüzeysel veya uydurma olan bir şey değil. Yıllarca süren araştırmaya dayanan kesin ve belirleyici olan bir konu. Daha net ifade etmek gerekirse, Munşi Mansur Masih’in bizlere kurtuluş hakkında konuştuğu gün başladı. O zaman, Tanrı’ya Kutsal Kitap’ı, daha önce okuduğum gibi değil, fakat gerçek ve doğruluk bana açıklansın diye gerçeği arayan biri olarak okuyacağıma söz verdim. Böylece, önyargı ve felsefi safsataları bir tarafa bırakıp Avesta, Satyarth Prakaş, Kutsal Kitap ve Kuran’ı kıyasladım. Kurtuluşun sadece İsa Mesih’te bulunabileceği sonucuna vardım. Tüm söyleyeceğim bu. Eğer araştırmamda bir kusur varsa, aranızdaki beyefendilerden biri bana bunu gösterirse size minnettar olurum. Öte yandan, aranızda kimse bu savlara karşı sav sunmak isterse, bunlara yanıt veremeyeceğimi açıkça söyleyeyim. Başka birinden de yanıt gelmesi umudu yoktur."

Toplantıdan ayrıldım çünkü orada daha fazla kalmam tedbirli olmazdı. Munşi Mansur Masih hemen beni takip etti. Bana yetiştiğinde, beni kucakladı ve sevinç gözyaşları dökmeye başladı, titreyen bir sesle şöyle dedi, "Bu gece benimle eve gelmelisin. Bu geceyi yalnız olarak odanda geçirmek güvenli değil."

Organizasyonumdaki görevlilerin beyefendi oldukları ve onlardan korku duymama gerek olmadığını söyledim. ‘Tabii ki,’ diye ekledim, ‘korkulması gereken başkaları var. Gün aydınlandığında evinize geleceğim. O zamana kadar gelmezsem, siz bana gelebilirsiniz."

Bu ayarlamayı yaptıktan sonra ayrıldık. Ben odama gittim, içerden kapının sürgüsünü çektim ve ışığı söndürdüm. Oturdum ve düşüncelere daldım. O gece yaşadığım korkulu düşünceleri ve ruhsal mücadeleyi asla unutmayacağım. Bir karar gecesiydi, en sıkıntılı denenme gecesiydi. Zaman zaman eğer Hıristiyan olursam, ülkemi, mirasımı, haklarımı, ailemi, arkadaşlarımı- kısacası her şeyi- kaybederim düşüncesiyle yüzleşiyordum. Hıristiyan olmanın, o ana kadar alışık olduğum davranış ve kurallardan farklı kuralların geçerli olduğu bir dünyaya geçmek demek olduğu düşüncesi beni rahatsız ediyordu. O gece uyumak benim için olanaksızdı.

Sonunda kendime şöyle dedim: "Muhammed, hayatının çok kısa olduğunu ve dünyanın gelip geçmekte olduğunu düşün.’ Öldüğünde, ne ülkenin ne de mirasının sana bir faydası olacak; ailen ve arkadaşlarının da sana bir yardımı dokunmayacak. Bütün bu şeyler sadece bu dünyaya ait. İman dışında başka hiçbir şey mezarın ötesine geçemez. Bu nedenle, bu geçici yaşam için sonsuz yaşamı ve ruhsal mutluluktan vazgeçmek hikmetli değil." Sonra Tanrı’nın huzurunda diz çöktüm ve şu duayı ettim:

"Ey, her şeye gücü yeten, sonsuz Tanrı, yürekleri araştıran, kendimi sana teslim ediyorum. Bu sunuyu kabul et ve beni İblis’in tuzaklarından ve ruhsal tehlikelerden koru. Yüreğimden dünyayı ve arzularını çıkar at. Tek Oğlun İsa Mesih’i bütün insanlar önünde ikrar edebilmem için bana cesaret ve güç ver. İsa Mesih adında duamı işit ve kabul et. Âmin."

Bu duayı bitirdikten sonra biraz uykulu hissettim ve kısa bir süre için uyudum. Uyandığımda kendimi mutlu ve sevinçli hissediyordum. Önceki kaygı ve huzursuzluk artık beni heyecanlandırmıyordu.

Gün aydınlanıyordu. Çabucak yıkandım ve Munşi Mansur Masih’in evine gitmek üzere yola çıktım. Oraya vardığımda gelmediğim için çok kaygılandığını gördüm. O saatte çay içmeye alışık olduğumu biliyordu bu nedenle benim için çay hazırlamıştı. Çayımı bitirdikten sonra kısa süre olanlar hakkında konuştuk sonra dua ettik. Dua ettikten sonra Peder Ledgeard’ın evine gittik.

Peder bu kadar erken gelmemize şaşırmıştı. Munşi Mansur Masih kendisine vaftiz edilmem gerektiğini söyledi. Önce samimi olmadığımı düşündü. Fakat önceki akşam neler olduğunu duyduğunda hemen kalktı ve beni kucakladı, şöyle dedi: "Kutsal Kitap’ı ciddi bir şekilde okursan Hıristiyan olacağını biliyordum. Tanrı’ya şükürler olsun ki ikna oldun." Sonra beni üç gün sonra vaftiz etmeye söz verdi, bu arada On Buyruğu, Elçilerin İnanç Bildirgesini ve Rabbin Duasını ezberlememi tavsiye etti. Ayrıca Müslümanlar arasında kalmamın iyi olmayacağını söyledi. Kendisiveya Munşi Mansur Masih ile kalma daveti üzerine ikinci seçeneği kabul etmeye karar verdim.

Pazar günü geldiğinde, bütün kilise Müslümanlarla doluydu. Tehlikeyi gören Bay Ledgeard vaftizi erteledi. Sonunda, Tanrı’nın lütfu ve merhametiyle 6 Ağustos, 1903’te, Bombay’da St. Paul Kilisesi’nde vaftiz oldum. Benim vaftizim aşağıdaki kişilerin huzurunda gerçekleşti: Beni vaftiz eden Pastör Canon Ledgeard, Munşi Mansur Masih, ve adını hatırlayamadığım iki beyefendi. Törenden hemen sonra artık benim için Bombay’da kalmak tehlikeli olduğu için Kanpur’a gönderildim.

Hıristiyan olduğumda, hayatımda harika bir değişim oldu. Konuşmam, davranışlarım ve bir yılda sonrasında o kadar değişti ki kısa bir süre için Bombay’ı ziyaret ettiğimde Müslüman arkadaşlarım merak ettiler. Yumuşaklığıma şaşırdılar, çünkü ne kadar kolayca öfkeye kapıldığımı biliyorlardı.

Hıristiyan olmadan önce günahı günah olarak tanıdım, şimdi olduğu gibi, ne kadar tehlikeli ve yıkıcı bir güç olduğunu biliyorum. Hala sadece zayıf bir adamımım, bir avuç tozdan ibaretim, beni dolduran utanç ve acıyı anlatamam. O anda, yüzüstü kapandım ve gözyaşlarıyla, tövbe edip bağışlanmayı diledim. İnsan bu tutuma ancak Rab İsa Mesih’in bağışlatan kurbanını tanıyarak sahip olabilir. Günah sadece tövbeyle ortadan kaldırılamaz. Kurtarıcımızın kutsal kanıyla temizlenmesi gerekir. Dünyanın gün be gün yıkıma doğru yaklaşmasının nedeni günahın varlığıdır.

Tanrı, yerin ve göğün yaratıcısı ve yürekleri araştıran, benim başımı çevirdiği gibi Müslüman kardeşlerimin de yüreğini çevirsin, onlara ruhsal görüş versin, öyle ki onlar da Yargı Gününü hatırlayarak, derin ruhsal ihtiyaçlarının farkına vararak Rab İsa Mesih’in ağılına gelsinler.

Muhammed Paul