Bir zamanlar babalarıyla birlikte dağda bir şatoda yaşayan beş erkek kardeş vardı. En büyüğü itaatkar bir çocuktu ama dört küçük kardeşi isyankardı. Babaları nehir konusunda onları önceden uyarmıştı ama onlar dinlememişlerdi. Akıntıya sürüklenip gitmemeleri için nehir kıyısından uzak dursunlar diye yalvarmıştı ama nehrin cazibesi çok güçlüydü.
Dört isyankar kardeş her gün nehre daha fazla yaklaşmaya devam ettiler, ta ki oğullardan biri eliyle uzanıp sulara dokunmaya cesaret edene kadar. Nehre uzanan kardeş diğerlerine ‘elimi tutun da düşmeyeyim,’ dedi ve kardeşleri elinden tuttular. Fakat suya dokunduğunda akıntı onu ve diğer üç kardeşi akıntının en hızlı olduğu yere çekti ve nehirde yuvarlandılar.
Kayalara çarptılar, kanallarden geçtiler ve dalgalarda sürüklendiler. Yardım çığlıkları nehrin gürültüsünde kayboluyordu. Dengelerini kazanmak için çabalasalar da akıntının gücü karşısında hiçbir şey yapamıyorlardı. Saatler süren mücadeleden sonra nehrin çekimine teslim oldular. Hiç bitmeyecek gibi görünen saatler ve günler boyunca savruldular, yuvarlandılar ve sürüklendiler. Sonunda sular kardeşleri garip topraklarda, uzak bir diyarda, terk edilmiş bir yerde bıraktı.
Bu topraklarda vahşi insanlar yaşıyordu. Kardeşler yakındaki vadiden yabancı sesler ve çığlıklar duydular. Burası evleri gibi güvenli biri yer değildi. Soğuk rüzgarlar nedeniyle ülke son derece soğuktu ve bulutların şekli kabarık değil tehditkardı. Burası ev gibi sıcakta değildi. Ülkenin çevresini sarp dağlar sarmıştı ve çevrelerinde ışık değil sanki sadece karanlık gölgeler vardı. Bulundukları yer evlerinin olduğu gibi davetkar değildi.
Nerede olduklarını bilmedikleri halde, emin oldukları bir gerçek vardı. Bu yere göre değillerdi. Burası başkalarına yuva olabilirdi ama onlara göre değildi, neresinden baksan Kaleden gelenlere göre bir yer değildi burası. Kardeşler uzun bir süre boyunca nehrin kenarında öylece yerde uzanmış kaldılar, düşüşleri nedeniyle şoktaydılar, utanmışlardı ve ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Bir süre sonra cesaretlerini topladılar ve akıntıya karşı yürüyebileceklerini umarak tekrar suya girdiler. ‘Buradan aşağı doğru geldiğimize göre, geri yukarı doğru çıkabiliriz’ diye düşünüyorlardı. Ne var ki, akıntı çok güçlüydü. Nehrin kenarında yürümeye çalıştılar ama arazi çok dikti. Kısa bir süre içinde nehrin düz bir çizgiyi izlemediğini, sola doğru kıvrıldığını ve sonra birden sağa kıvrıldığını ve sonunda gözle görülemeyecek bir şekilde kaybolduğunu fark ettiler. Dağlara tırmanmayı düşündüler ama dağların zirveleri çok yüksekti. Ayrıca yolu bilmiyorlardı.
Nihayet, bir ateş yakıp çevresinde oturdular. ‘Babamıza itaatsizlik etmemeliydik’ diyerek hatalarını kabul ettiler. ‘Evden çok uzaktayız.’
Zaman içinde oğullar bu garip topraklarda hayatta kalmayı öğrendiler. Yemek için kabuklu yemişler buldular ve derileri için hayvanları öldürdüler. Memleketlerini unutmamaya ve geri döneceklerine dair umutlarını kaybetmemeye kararlıydılar. Her gün yiyecek bulmak ve bir barınak yapmak için uğraşıyorlardı. Her akşam ateş yakıp babaları ve abileri hakkında hikayeler anlatıyorlardı. Dört kardeş de onları görmek için büyük özlem duyuyorlardı.
Sonra bir gece kardeşlerden biri ateş çevresinde oturmaya gelmedi. Ertesi gün kardeşler onu vahşilerle birlikte vadide buldular. Ot ve çamurdan bir kulübe yapıyordu. ‘Konuşmalarımızdan yoruldum’ dedi. ‘Hatırlamanın yararı ne? Ayrıca burası o kadar da kötü değil. Alışabilirim. Büyük bir ev yapıp buraya yerleşeceğim.’
“Ama burası bizim gerçek evimiz değil,’ diye karşı çıktı diğer kardeşler.
“Değil ama gerçek evimizi düşünmezsek öyle olabilir,” dedi ötekisi.
Kararını yeniden düşünmesini umarak, ‘Peki ya babamız?’ diye sordular.
‘Ne olmuş ona? Burada değil. Yakında değil. Sonsuza kadar oturup gelmesini mi bekleyeceğim? Yeni arkadaşlar ediniyorum. Yeni yollar öğreniyorum. Gelirse gelir ama gelmesini beklemeyeceğim.’
Böylece diğer üç kardeş kulübe yapan kardeşlerini bırakıp oradan ayrıldılar. Ateşin çevresinde toplanıp evlerinden söz etmeye ve oraya geri dönmenin hayallerini kurmaya devam ettiler.
Birkaç gün sonra, bir diğer kardeş de ateşin çevresindeki paydaşlıklarına gelmemeye başladı. Ertesi gün kardeşleri onu yamaçta oturmuş, bir dürbünü olmasını isteyerek kardeşinin kulübesine bakar buldular.
‘İğrenç,’ dedi kardeşleri yaklaşırken. ‘Kardeşimiz tam bir fiyasko. Ailemizin adına kara bir leke sürdü. Daha aşağılık bir şey düşünebiliyor musunuz? Kulübe yapıp babamızı unutmak?’
‘Onun yaptığı yanlış,’ dedi en genç kardeş, ‘ama bizim yaptığımız da yanlıştı. İtaatsizlik ettik. Nehre dokunduk. Babamızın uyarılarına kulak asmadık.’
‘Bir iki hata yapmış olabiliriz ama bu kulübedeki adiyle karşılaştırırsak biz aziz sayılırız. Babamız bizim günahımızı görmezden gelir ama onu cezalandıracaktır.’
‘Hadi gel,’ diye ısrar etti iki kardeşi, ‘ateşin yanına geri dönelim.’