Bugün çoğu insan, insanın sadece fiziksel bir varlık olduğunu düşünüyor. Aklıma hemen böyle düşünen iki insan geliyor. Eşim ve ben tanıdığımız bir üniversite öğrencisini evimize davet ettik. O da erkek arkadaşını getirip getiremeyeceğini sordu. Birlikte zaman geçirdiğimiz bu akşam boyunca pek çok ruhsal konu üzerinde konuştuk ama üzerinde konuştuğumuz bir konu vardı ki, o gece boyunca onlardan duyduğumuz en şaşırtıcı görüşün ortaya çıkmasına neden oldu. İnsanın canının ölümsüzlüğü hakkında konuşurken, ikisi de ağızbirliğiyle insan canının ölümsüz olduğuna inanmadıklarını söylediler. Yaşam ve kendileriyle ilgili bu görüşleri bizi gerçekten şok etti ama bizi en fazla şaşırtan şey öldükleri zaman toprağa döneceklerini, artık toprağın bir parçası olacaklarını ve yaşamayacaklarını anlatırken ne kadar rahat olduklarıydı.
İnsanın kendi hakkında bu şekilde düşünmesi çok tehlikelidir. Bedenlerimizin ihtiyaçlarını karşılama isteğimiz, ölümsüz olduğumuz gerçeğini gözden kaçırmamıza neden oluyor. Evet, insan canı ölümsüzdür. Maalesef, milyonlarca insan, ölümden sonra yaşam olduğu gerçeğini ya bilmeyerek ya da bilerek reddederek yaşamışlardır. Ya canlarına ev sahipliği yapan insan bedenleri yaşamadığı zaman da yaşamaya devam edecek ölümsüz bir canları olduğunu bilmiyorlar ya da bilip bilmemek umurlarında değil.
İncil’den şunu biliyoruz:
“Biliyoruz ki, barındığımız bu dünyasal çadır yıkılırsa, göklerde Tanrı'nın bize sağladığı bir konut -elle yapılmamış, sonsuza dek kalacak bir evimiz- vardır.” (2. Korintliler 5:1)
Bu ayette bedenlerimiz dünyasal çadırlar olarak resmediliyor. Bedenlerimiz canların evidir. Tıpkı çadırlarının kalıcı olmaması gibi bunlar da devamlı kalıcı olan yerler değildir. Çadır kolayca sökülüp bir yerden bir yere taşınabilir. Bu güzel bir düşünce. Bize bedenlerimizin geçici olduğunu, her an sökülebilecek hareketli yerleşim yerleri olduğunu gösterir. Şu an sahip olduğumuz bedenlerimiz ölümsüz olan canlarımız için kalıcı evler olarak tasarlanmamıştır.
Geçici ‘çadır’ yıkıldığında ne olur? Tanrı bizler için yüceltilmiş bir beden sağlar. Bu beden, canlarımız için sonsuzluk boyunca ev sahipliği yapacaktır. İnsan eliyle yapılmış olmayacaktır, yani insan eliyle yapılmış olan, bozulabilecek ya da yok edilebilecek olmayacak, herhangi bir şekilde bakım gerektirmeyecektir. Yüceltilmiş bedenlerimizin neye ihtiyacı olmayacağını düşündüğüm zaman aklıma ilk gelen şeyler yara bandı ve C vitaminidir.
Canın Ölümsüzlüğü
Bedenlerimiz üzerinde düşünüyoruz; hem şu anda bize ait olan geçici bedenlerimiz hem de Tanrı’nın bizlere vereceği kalıcı bedenlerimiz. Sizin sorunuz insanın canı hakkındaydı. Burada insanın ölümsüz olan canı hakkında hiç düşünmemiş olabileceğiniz bir şeyden söz etmek istiyorum. Kutsal Kitap’ın canın ölümsüzlüğü doktrini insanın üçlü doğasından ayrı olarak anlaşılamaz. Bunu biliyor muydunuz? Neden bahsediyorum biraz açıklayayım:
Yapı olarak böyle olmamız bizi Yaratan’ın doğasına bağlı olarak gerçekleşmiştir. Kutsal Kitap’ın Tanrısı kendisini bizlere Üçlübirlik doğasıyla açıklamıştır. Üçlü bir yapımız var çünkü Tanrı’nın suretinde yaratıldık. Tanrı’nın kendine özgü doğası nedeniyle insan da beden, can ve ruh olarak üçlü bir yapıya sahiptir. Bakın Tanrı, insanın yaratılışını bitirirken Eski Antlaşma’nın birinci bölümünde ne diyor:
“Tanrı, ‘İnsanı kendi suretimizde, kendimize benzer yaratalım’ dedi.” (Yaratılışı 1:26)
Hıristiyanlar Üçlübirlik Tanrı kavramını icat etmemişlerdir. Tanrı bunu bizler için insanlık tarihinin başlangıcında açıklamıştır. Kutsal Kitap’ın ilk bölümünde Tanrı’nın varlığında çoğulluk olduğunu görüyoruz. Tanrı’nın bizi kendi suretinde yarattığını söylemek, Tanrı’nın fiziksel bir bedeni olduğu, bu nedenle bizim de fiziksel bir bedenle yaratıldığımız anlamına gelmiyor. Tanrı her zaman her yerde olan maddi olmayan, ölümsüz, görünmez bir varlıktır. Tanrı, bizler gibi kan, et ve kemikten yapılmış bedensel bir varlık değildir. İsa’dan alıntı yapmamız gerekirse, ‘Tanrı ruhtur.’ İsa, bir keresinde köyünün dışındaki kuyudan su çekmeye gelen köylü bir kadına böyle demişti. “Tanrı ruhtur, O'na tapınanlar da ruhta ve gerçekte tapınmalıdırlar.” (Yuhanna 4:24, İncil)
Bugün bu web sitesinden çıkmadan önce Yuhanna İncili’nin 4. bölümünü okumanızı önermek isterim. Çok heyecanlı bir hikâyeyle başlar. Konuşmaları sırasında kadın İsa’ya, Tanrı’ya dua etmek için nereye gittiğini anlatır. Yeruşalim’e değil, başka bir dağa çıkıyordu. İsa ona Tanrı’nın doğası gereği, önemli olanın Tanrı’ya tapınmak için gittiği yer değil, O’na tapınırken düşüncelerinin nerede olduğunun önemli olduğunu söyledi. Tanrı’ya nerede tapındığımızı değil, yüreğimizin Tanrı’ya karşı tutumunu vurgulamalıyız. Tanrı ruh olduğu için her yerdedir. Bu nedenle, O’nu bulmak ve O’na tapınarak huzuruna gelmek için belli bir yere gitmemize gerek yok.
Tanrı maddi olmayan varlığında ‘çoğulluk’ olduğunu göstermiştir. Bu, Tanrı’nın Üçlübirlik yapısı içinde ‘ikisinin’ bir arada bir yere gidip ‘birini’ geride bırakabilecekleri anlamına gelmiyor. Bunu ancak fiziksel şeylerle yapabiliriz. İki saksıyı oturma odasında koyup üçüncüsünü balkonda bırakabiliriz. Tanrı’yı bu şekilde bölemeyiz. Tek bir Tanrı vardır ve her yerdedir, yani her zaman her yerdedir. Hem burada hem orada olmadığı bir an bile yoktur. Tıpkı şu an içinde bulunduğunuz odada havayı kesip dilimleyemeyeceğiniz gibi Tanrı’nın da bir parçasını Çin’e bir parçasını Alaska’ya koyamazsınız. Hayır, Üçlübirliğe sahip Tanrımız her yerde bulunmaktadır.