Bir Suudinin İman Hikayesi
İslami bir ailede doğup İslam’dan uzaklaşmam oldukça garip ve çok uzun bir hikayedir. Her şey bir günde olmadı. İslam’dan çıkan yolu gösterecek özel bir ışık ya da başka bir şey görmedim. Yanlış yolda olduğum sonucuna varmam hemen hemen dört yıl araştırma ve çalışma gerektirdi. Fakat tüm bunların üzücü olan tarafı, o kadar alışık olduğum bu eski yolu çok seviyor olmam ve kolayca bir kenara bırakıp yeni bir hayata başlamanın kolay olmamasıydı. Uğruna yaşadığım her şeyi değiştirmem gerekiyordu. Hayatımın bir kısmında sizi bir yolculuğa çıkarmak istiyorum. Umarım bir şeyler öğrenirsiniz çünkü hikâyemde öğrenmeniz için çok önemli bir şey var.
Bu hikaye Suudi Arabistan’da Riyad’da doğumumla başlıyor. 1985 yılının yaz sonunda doğdum. Babamın çocuklarının en küçüğü bendim. Benim doğumumla aile tamamlanmış oldu. Dünyaya gelişim onu çok memnun etmişti, annemi de. Ben dünyaya gelir gelmez annemle babam şahadeti tekrar ettiler. O andan itibaren Müslüman’dım ve Müslüman olarak yetiştirilmeliydim. Annemle babam tüm Müslüman değerlerini bana öğreteceklerdi ve doğru yaşa geldiğimde, hayatımı bu düzenlemelere göre sürdürecektim. Annemle babam bu meydan okumayı kabul ettiler çünkü bu onların dini göreviydi. Gelenekler uyarınca hayatımın yedinci gününde adım verildi.
Çocukluğumun ilk dönemleri hakkında fazla bir şey hatırlamıyorum- kim hatırlıyor ki? Bu nedenle, daha dün olmuş gibi hatırladığım araba kazasıyla başlayacağım. Eylül’deydi ve kısa bir süre önce okula başlamıştım. O sabah arabaya binmek için koştum. Arabaya atladım ama araba hareket etmeye başladı ve bir şekilde arkaya doğru düştüm. Araba sağ bacağımın üzerinden geçti ve kırdı. Babam hemen beni yakındaki hastaneye götürdü. O gün eve bacağımda alçıyla döndüm. Hastanede bana çok iyi davrandılar ama annem memnun değildi. Annemle babamın memleketi olan Pakistan’ı aradı ve üzerinde Kuran’dan bazı ayetlerin yazılı olduğu garip bir ilaç siparişi verdi. Gece gündüz bana bu ilacı içirdi. 3 ay sonra iyileştim. Annem ve babam bunun Allah’ın bir mucizesi olduğunu düşündüler ve hayatımın her anında Tanrı’ya bunun için şükretmemi söylediler çünkü Allah beni kurtarmıştı. O günden itibaren Allah istemediği takdirde hiçbir şey olmadığını düşündüğümü hatırlıyorum. Bu nedenle ne zaman bir şey istesem ‘İnşallah’ derdim. Bunun o şeyi gerçekleştirdiğini düşünürdüm. Benim önemsiz olduğum ve Allah’ın her şeyi gerçekleştiren olduğu öğretilmişti bana. Ben bir kuldum ve kendimi Allah’ın iradesine teslim etmem gerekiyordu. Müslüman olarak böyle de yapıyordum.
Yuva ve ilkokulun hepsini Pakistan okulunda tamamladım çünkü annemle babam bu okulun benim için en iyi okul olduğunu düşünüyorlardı. İslami bir okul olduğu için de bunu istiyorlardı. Annemle babam Suudi okuluna gitmemi istemiyorlardı çünkü burada eğitim kalitesinin Pakistan okullarındaki kadar iyi olmadığını düşünüyorlardı. Amerikan okulları vardı ama bunlar İslami öğretmeyen gâvur okullarıydı. Bu nedenle bunlar bir seçenek olamazdı.
Yedi yaşına geldim bu da artık namaz kılmayı öğrenmem anlamına geliyordu. Camide nasıl namaz kılındığını biliyorsunuz değil mi? Neden bu şekilde dua ettiğimizi anlamıyordum ama Allah söylediği için bunu yapıyordum. On yaşıma geldiğimde İslam konusunda eksiksiz bir şekilde eğitim almıştım ve düzenli olarak cuma namazlarına katılmam gerekiyordu. Günde beş kez namaz kılmam söylenmişti. Denedim ama hiç yapamadım. Sanırım fazlasıyla gençtim.
Camiye gittiğimde, din adamı Arapça konuşuyordu. Arapça anlamıyordum çünkü Arapların değil sadece Pakistanlı, Hint ve bazı batılıların yaşadığı bir şirketin yerleşim alanında oturuyordum. Urdu dilini konuşuyordum. Babam anlamam ve daha dindar bir Müslüman olmam için imamın konuşmasını benim için sonra açıklıyordu. İmam sık sık İsrail hakkında olumsuz şeyler söylüyordu. Babam, Yahudilerin ‘bizim’ topraklarımızı işgal ettiğini açıkladı. Bu nedenle onlardan nefret ettiğimizi ve tüm Yahudilerin öldürülmesi gerektiğini söyledi. Hitler, Suudi Arabistan’da bazı kesimler tarafından büyük övgüyle anılırdı. Sanırım hala öyle ama emin değilim. Şimdi yaklaşık 10 yıldır Suudi Arabistan’ın dışında yaşıyorum.
Yahudilerden nefret etmem ve Filistinlilerin yaptıklarını beğenmem öğretilmişti bana. Peygamber Muhammed’e karşı yanlışlar yaptıkları için de Yahudilerin öldürülmesi gerektiği söylenmişti. Haçlı Seferlerinden ötürü Hıristiyanların da aynı şekilde cezalandırılmaları gerektiğini öğrendim. Ve tabii, Cihada katılmanın cennete gitmenin en iyi yolu olduğunu öğrendim.
Çok şükür ki, Suudi Arabistan’da sadece 10 yıl geçirdim. Çeşitli suçlardan ötürü suçlu bulunan insanların başlarının ve ellerinin kesilmesi için sık sık kılıç kullanılan bir ülkeden ayrılmak beni üzmüyordu. ‘Suçlardan’ biri İslami ideallere aykırı şeyler düşünmekti. Pakistan’a taşındık ve İslamabad’a yakın bir muhafazakâr İslamcı bir kentte yaşamaya başladık. Annemle babamın memleketi ve aynı zamanda Müslüman bir ülke olan Pakistan, kardeşlerim ve benim gençlik yıllarımızı geçirmemiz için en iyi ülkeydi. Annemle babam böyle söylüyorlardı.
Suudi Arabistan’da başladığım aynı dini eğitim Pakistan’da devam etti. İslami yollara göre eğitildim. Fakat hayatıma yeni bir şey girmişti: Ramazan. Artık oruç tutacak kadar büyüktüm. Aslında, sadece 10 yaşındaydım ve Ramazan’da oruç 12 yaşına kadar tutulmazdı. Fakat annemle babam iki yıl erkenden bu düzeye eriştiğime karar verdiler. İnsanların tüm gün boyunca neden aç kaldıklarını kimse açıklamadı bana ama 12 yaşıma geldiğimde annemle babam beni oturtup Ramazan’ın ‘değerini ve anlamını’ anlattılar. Müslümanları daha sabırlı olmak için eğittiğini ve Müslümanların cennete gitmesini sağlayan bir sevap olduğunu öğrettiler. Tabii bunları işitmek beni mutlu etti. Kusursuz bir Müslüman olmak istiyordum bu nedenle annemle babamın Ramazan hakkında söylediği her şeyi yüreğime kabul ettim.
Genç bir çocuktum ve başkalarının İslam’a karşı saldırgan olduğunu düşündükleri ve İslam’ın gerçekliği konusunda kuşkumu dile getiren sorular soramayacağımı biliyordum. Kuran’da yazılı olanların doğru mu yanlış mı olduğunu soramazdım. Soru sorma hakkım ya da sorgulama hakkım yoktu. Genç bir çocuğun istemediği halde neden bütün gün aç kalması gerektiğini soramıyordum. Belki ben de istemedim çünkü hayatımda daha önce hiç yapmamıştım. Konu hakkında hiç özgürlüğüm yoktu ve söz hakkım yoktu. Sadece ben değil, bütün Müslümanların itaat etmesi gerektiğini biliyordum. Allah buyurduğu için benim de itaat etmem gerekiyordu.
Ne de olsa genç olma mazeretim sayılmazdı çünkü artık ‘erkektim.’ Evlenebilirdim ve çocuklarım olabilirdi. Benim yaşadığım yerde uygulandığı şekliyle İslam 10-12 yaşlarında oğlan çocuklarını ‘erkek’ ve 8-10 yaşlarında kızları ‘kadın’ sayardı. Çok şükür annem ve babam o sırada beni evlendirmeyecek kadar akıllıydı. Aslında, hala evli değilim ve bu durumdan çok memnunum.
Dört yaşamdan beri yapacağım her şeyi yapmadan önce ‘Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla’ demem öğretilmiş olsa da, artık başkalarının duyabilmesi ve İslam’ın güzelliğinden etkilenmesi için yüksek sesle söyleyebilirdim. İlk başlarda bu sözün ne anlama geldiğini bilmiyordum ama seve seve söylüyordum. Her yemekten önce- yüksek sesle söylerdim, “Rahman ve rahim… ” ve herkes benden sonra tekrar ederdi. Ne zaman söylesem, anne ve babam gerçek bir Müslüman olduğum için sırtımı sıvazlarlardı. Gerçek bir Müslüman olmak istiyorsam Allah’ın kulu olarak düşünmem gerekirdi kendimi. Böyle düşünmek beni üzmüyordu, aksine seviniyordum.
On üç yaşıma geldiğimde, mahallemizden 23 yaşında bir adam Kaşmir’de Hintlilerle savaşırken öldü. Bu savaşa Cihad diyorlardı. Öldüğünde ona ‘şehit’ dediler. Adamın evine babamla birlikte gittim. Anne babası kutlama yapıyorlardı. Tatlı dağıtıp ‘Oğlumuz cennette’ diyorlardı. Babam ve ben bu genç adamın anne babasını tebrik ettik. Sanki birinin düğünü gibiydi. Eve döndüğümde, İsrail’e savaşmak için gitmeyi her zamankinden çok istemeye başladım. İsrail demiyordum. ‘İşgal altındaki Filistin’ diyordum.
Şimdi tek yapmam gereken şey on beş yaşıma gelene kadar beklemekti çünkü bir nedenden ötürü Pakistan’daki Filistin ve Kaşmir’e asker gönderen Cihad grupları on beş yaşından küçük erkek çocuklarını almıyorlardı. Annem bile, beni çok sevdiği halde, Filistin’e gitmeme karşı çıkmadı. Eninde sonunda savaşa gideceğimden emindim. Günler geçti ve bu arada babam işini genişletmek için Dubai’ye gitti. Hemen hemen her şeyi her zaman babamla konuşurdum ve şimdi gitmişti. Yalnız kalmıştım ve bu durum beni çok üzüyordu. Olabildiğince iyi bir şekilde bu durumla başa çıkmaya çalıştım.
On beş yaşıma geldiğimde bir sonraki adımımı atmadan önce bir şekilde Kuran’ı okumak istedim. Bu büyük adımın ne olacağını bilmiyordum. Okuyabildiğim bir dil olan Urdu diline çevrilmiş bir Kuran edindim ve okumaya başladım. Hayatımda ilk kez Kutsal Yazılarımızı okuyup anlayabiliyordum. Kuran’ı okudum okudum ta ki beni durduran bir ayete rastlayana kadar:
“Yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî Peygamber'e uyanlar (var ya), işte o Peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder, onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar.” (Araf 7:157)
Kutsal Kitap’ta Muhammed’ten söz edildiğini okumuştum. Böylece kendi kendime şöyle düşündüm, ‘İşte tüm Hıristiyanları İslam’a döndürme fırsatı!’ Hemen babama e-posta yazıp İnternetten Kutsal Kitap’ı indirip indiremeyeceğimi sordum. Neden indirmek istediğimi açıkladım. Çünkü Kutsal Kitap’ta Muhammed hakkındaki peygamberliklerin neler olduğunu bulmak istiyordum. Eğer bunları bulabilirsem Hıristiyanları İslam’a döndürmek için bunları kullanabilirdim. Babamın yanıtı bana çok tuhaf geldi. Kutsal Kitap’ı indirebileceğimi ama Hıristiyanlığa dönmeye izin olmadığını söyledi. O zaman neden böyle söylediğini anlamadım ama sonra anladım. Her neyse, Kutsal Kitap’ın King James Baskısı adı verilen en popüler baskısını indirdim. Fakat bütün diğer Müslümanlar gibi Kutsal Kitap’ın her baskısının diğerlerinden her konuda farklı olduğuna inanırdım- içeriğinden, bölüm sayısına ve her türlü ayrıntısına kadar.
Kutsal Kitap’ı Yaratılış’tan Vahiy Kitabı’na kadar okudum. Muhammed hakkında Kutsal Kitap’ta tek bir söz bile bulmamış olmak beni çok şaşırttı. Tabii şok olmuştum. O kadar üzüldüm ki bu konuda tek bir söz bile edemedim- ne kendime ne de başkalarına. Üzgün olduğum bu dönemde bir gün evimin merdivenlerinde otururken bir dua fısıldadım, “Allah’ım lütfen beni asla yalnız bırakma!” Bunu neden söylediğimi bilmiyorum ama o anda o zamandan beri unutmadığım bir şey duydum. Biri, ‘Bırakmam’ dedi. Şok olmuş bir şekilde yukarı ve çevreme baktım- kimseyi görmedim. Birinin bana yanıt verdiğini biliyordum. Duydum ve uyumuyordum. Tamamıyla uyanıktım ve bir Müslümanın hiç düşünmemesi gereken bir şey düşünüyordum; Belki de Allah bana cevap verdi. İşte bu düşünce imanım hakkında aklımda kuşkular yaratmaya başladı.
İlk defa imanım hakkında sorular sormaya başladım. Tabii birinci sorum, şuydu, ‘Eğer Muhammed en son peygamber olduğunu ve ondan sonra başkasının gelmeyeceğini ve Allah’ın insanlarla sadece Kuran aracılığıyla konuştuğunu söylediyse, o zaman Allah kullarından birine doğrudan yanıt vermek için neden bu kadar külfete katlandı? O kul bendim! Eğer Muhammed söylediklerinde haklıysa, o zaman bu neden başıma geldi?” O anda düşündüğümün ‘kuşku’ olarak adlandırılabileceğini fark ettim ve Muhammed’in söylediğinden kuşku duymak, Allah’ın söylediğinden kuşku duymaya eşti. İslam’dan kuşku duymanın İslam toplumundan yasaklanmama ve dışlanmama neden olacak bir suç olduğunu fark ettim. İslam’da münkirin cezasının ölüm olduğunu da hatırladım.
Kuran’ı bıraktığım yerden okumaya başladım ve o noktada artık Müslüman olarak nitelendirilemeyeceğimi anladım. Kuran’ı, inanan biri olarak değil, eleştirel gözle okumaya başladım. Artık taraf tutmuyordum. Doğru kararı vermem gerektiğini biliyordum. İslam doğruysa, İslam’a nasıl geri döneceğimi biliyordum- sadece bir an sürerdi. Sadece belli bir ifadeyi tekrar etmem gerekiyordu. Fakat eğer İslam doğru yol değilse, karşı karşıya kalacağım sonuçlar ne olursa olsun, yozlaşmış bir şeyi izlemeyeceğime karar verdim.
Geri döndüm ve Kuran’ın ilk suresini okumaya başladım. Sık sık tekrar edilen bu yedi ayeti okudum. Bunlar iyi ayetlerdi. Bu sure konusunda herhangi bir sorunum yoktu. İkinci sureyi okumaya başladım, daha önce söylediğim gibi her ayeti eleştirel bir şekilde okuyordum. Ayetler kafamı karıştırıyordu. Ayetlerde herhangi bir anlam göremiyordum. Bölümde düzen veya bir düşünce akışı yoktu. Ev yapmaya çalışan bir duvarcı gibiydim ama tuğlalar sıra olmak yerine her yere dağılmış durumdaydı. Sonra duvarcı ‘tamamlandı’ diyerek projeyi bırakır. Her neyse, devam ettim.
Aynı surede başka bir şok beni derinden sarstı. Kuran’ın adam ve karısı hakkında söylediklerini anlatıyordu:
“Kadınlarınız sizin için bir tarladır. Tarlanıza nasıl dilerseniz öyle varın.” (Sure 2:223)
İnsanın eşinin bir ‘eşyadan’ daha fazlası olması gerekmez mi? Kadının, erkeğin istediği gibi kullandığı bir maldan daha fazlası olması gerekmez mi?
Okumaya devam ettim. Bir sürü şok edici ifadeyle karşılaştım. Beşinci bölümden ötesine geçemedim. Açıkçası okuduğum İslam, okulumda ve camide öğretilen İslam değildi. Belki de Suudi Arabistan’da daha uzun kalsam sadece bu gibi ayetleri okumuş olmakla kalmayacak aynı zamanda, bunları kabul de edecektim. Öyle görünüyordu ki, Pakistan Kuran’da okuduğum konuları tartışamayacak kadar çekingendi, bilemiyorum. Mollalar başka dillere çevrilmiş Kuran tercümelerini okumayı teşvik etmiyordu. Anlamasak da Arapça olarak okumanın daha iyi olduğunu söylüyorlardı. Kör imanın insanı Tanrı’ya daha fazla yaklaştırdığını söylediler.
Sonra ne oldu bilmiyorum ama yüreğimde Yahudiler ve Hıristiyanlara karşı bir yumuşama oldu. On altı yaşındaydım ve Kuran’da Yahudiler ve Hıristiyanlar kötülük sembolü olarak gösteren pek çok ayet okumuştum. Kuran’da hemen hemen her sayfa onları lanetliyordu ve benden büyük Müslümanlar arasında kulak misafiri olduğum her konuşma ‘İsrail’e ölüm’ ifadesiyle bitiyordu. Cuma günü camide hiç şu dilekle biten bir vaaz duydum mu? 'Allah bütün Yahudi ve Hıristiyanları öldürsün ve eşlerini, çocuklarını ve mallarını bize versin.' Evet duydum. Erkeklerden oluşan büyük topluluk ‘Âmin!’ diye karşılık verdi mi? Evet, verdiler. Benim için bu Yahudilere karşı büyük bir nefret göstergesiydi ve hayatımda başka hiçbir zaman olmadığı kadar körü körüne imanla yaşayan değil, düşünen bir Müslüman’dım.
Kuran’ı birden fazla kereler baştan sona kadar okudum. Beni ruhsal bir insan olmak üzere biçimlendirdiğini görmedim. Sonra ne yaptığımı tahmin edebilirsiniz. İnternetten indirdiğim Kutsal Kitap’ımı okumaya başladım. Tevrat ve Zebur’un tamamıyla tarih olduğunu gördüm ve bundan pek etkilenmedim. Tıpkı Kuran’a benziyordu, tek farkı; devamlılığı vardı.
İncil’i okudum ve burada bulduğum sevgi beni şaşırttı. İncil başkalarını sevmek ve başkaları uğruna fedakârlık yapmakla doluydu. İslam’da kurban kavramı, yani başkalarını öldürüp buna şehitlik demekle ilgisi yoktu.
Hıristiyanlıkta her şey yeni ve olumluydu benim için. Tanrı’nın bu dünyayı sevdiğini söylediği türde sevgiyi beğeniyordum:
“Çünkü Tanrı dünyayı o kadar çok sevdi ki, biricik Oğlu'nu verdi. Öyle ki, O'na iman edenlerin hiçbiri mahvolmasın, hepsi sonsuz yaşama kavuşsun.” (Yuhanna 3:16, İncil)
Benim inancıma göre Allah’ın sevgisi tamamıyla onun iyiliğidir. Bir insana karşı iyiliğinin sonu geldiğinde nefreti devreye girer. İncil’in bana tamamıyla meydan okuduğunu söylemeliyim. Değişmiştim. Farklıydım. İncil’i okuyan herkesin böyle hissettiğini iddia etmiyorum. Ama size artık nefret etmediğimi söyleyebilirim. En kötü düşmanlarım olan Yahudiler artık arkadaşlarımdı. İnternette sohbet odalarında Yahudi insanlarla sohbet ederken ‘şalom’ demekten çekinmiyordum. Onların da insan olduğunu öğrendim. Benim dünyamda bazı yazarların söylediği gibi ‘domuz’ değiller. Hıristiyanlarla da arkadaş olmaya başladım. Şimdi benim en iyi arkadaşım ABD’de yaşayan bir Hıristiyan.
Yeni edindiğim bu anlayışla, Hıristiyan olmaya karar verdim. Evimin yakındaki bir Kutsal Kitap öğretmenine gittim. Bana Hıristiyanlık hakkında çok daha fazla şey anlattı. Çok yardımcıydı ve iman etmem için beni hiç zorlamadı. Aslına bakarsanız, karar verirken acele etmememi söyledi. Bu Tanrı adamıyla yaklaşık iki yıl boyunca Kutsal Kitap’ı çalıştıktan sonra başka bir kentteki bir kilisede vaftiz olarak inancımı insanların önünde açıklamaya karar verdim. Kutsal Kitap öğretmeni yaşadığım şehirdeki kiliseye gitmememi çünkü bunun benim yaşadığım bölgedeki diğer Hıristiyanları tehdit edebileceğini söyledi. Hıristiyanlığa geçen bir Müslüman’la ilgili haberlerin Hıristiyanlara karşı şiddeti körüklediğini biliyordum bu nedenle yakındaki bu kiliseye hiç gitmemeye karar verdim. Hıristiyanlarla bir araya gelemiyordum. Bir araya geldiğim tek kişi Kutsal Kitap öğretmeniydi ve o da sadece ayda bir kezdi.
Kendim için özgürlük istiyordum. Tanrı’ya kendi yoluma göre tapınmak istiyordum. Fakat benim yaşadığım Pakistan’da bu mümkün değildi. Sanki bana işkence ediliyormuş gibi hissediyordum. Tanrı’mı açık bir şekilde izleyemiyordum. Yeni inancıma karşı söylenen bütün o sözleri dinlemem gerekiyordu. Savunmak için tek bir söz edemiyordum. Kendimi çaresiz hissediyordum.
Sonra, babam aradı ve eğitimimi çok prestijli bir kurumda tamamlamam için Dubai’ye gitmeme karar verdiğini söyledi. Şimdi 20 yaşındayım ve ona göre yüksek öğrenim göreceğim bir okula gidecek kadar büyüğüm. Mutluydum çünkü Dubai’nin cennet gibi olduğu söylenmişti bana. Farklı kültürlerden insanlar için özgürlük ve saygıyı destekleyen bir ülke olduğunu söylemişlerdi. Çok uzun zamandır özlemini çektiğim özgürlüğü yaşamayı umarak Dubai’ye gittim. Ne var ki, Dubai’ye vardığımda, Dubai’de olduğu söylenen özgürlüğün hiç de gerçek özgürlük olmadığını gördüm. Dubai’de de evde olduğu kadar boğulmuş hissettim kendimi.
Suudi Arabistan’dan Pakistan’a ve oradan Dubai’ye taşınmak çok hızlı olmuş gibi görünüyordu ama şimdi geriye dönüp baktığımda, bir arkadaşımın deyimiyle, bir hapishane hücresinden başka bir hücreye nakledilmiş gibi hissediyorum.
Parasal kazanç edinmek için mi Hıristiyan oldum? Beni pek çoklarının suçladığı gibi sadece para için Hıristiyan olsaydım o zaman Müslüman olarak kalırdım. Neden mi? Çünkü ailem isteyebileceğim her türlü maddi ihtiyacımı karşılıyordu.
“İman ettim, bu nedenle konuştum" diye yazılmıştır. Aynı iman ruhuna sahip olarak biz de iman ediyor ve bu nedenle konuşuyoruz. Çünkü Rab İsa'yı dirilten Tanrı'nın, bizi de İsa'yla diriltip sizinle birlikte kendi önüne çıkaracağını biliyoruz. Bütün bunlar sizin yararınızadır. Böylelikle Tanrı'nın lütfu çoğalıp daha çok insana ulaştıkça, Tanrı'nın yüceliği için şükran da artsın. Bu nedenle cesaretimizi yitirmeyiz. Her ne kadar dış varlığımız harap oluyorsa da, iç varlığımız günden güne yenileniyor. Çünkü geçici, hafif sıkıntılarımız bize, ağırlıkta hiçbir şeyle karşılaştırılamayacak kadar büyük, sonsuz bir yücelik kazandırmaktadır. Gözlerimizi görünen şeylere değil, görünmeyenlere çeviriyoruz. Çünkü görünenler geçicidir, görünmeyenlerse sonsuza dek kalıcıdır.” (2. Korintliler 4:13-18, İncil)