headerLogo2b-18pt-myriadpro

Köküne Kadar Bir Ateist

67 a.s. jones abd testimony sizeYirmi yıldan fazla bir süre boyunca azılı bir ateisttim. 1998 yılının Temmuz ayında bir türlü algılayamadığım Kutsal Kitap gerçeklerini sonunda anlayabildim. Aşağıda keskin kuşkuculuktan Kurtarıcı İsa Mesih’e tapınma noktasına nasıl geldiğimi anlatacağım.

AKILCI DÜŞÜNCE GENÇLİĞİMİN TANRISI’NIN YERİNİ ALIYOR

İsa Mesih ve Tanrı’nın adının hiç geçmediği Roma Katolik mezhebine ait bir evde yetiştim. Katolikliğin temel öğretişlerini öğrenmek üzere gençken derslere ve Pazar günleri kilise derslerine katılmaya teşvik edilmiştim. Her çocuk gibi Tanrı olduğunu düşünürdüm ama on üç yaşına geldiğimde ‘gökyüzündeki hayali arkadaş’ sahnesinden artık soğumuştum. O zaman Tanrı’nın sadece Noel Baba’nın kötü bir yetişkin versiyonu olduğu sonucuna varmıştım. Bu yalanı terk ettim ve anne babama artık Katolik kilisesine gitmeyeceğim haberini verdim.

Hayatın sorularına yanıtlar için dini inancın yokluğunda düşünce enerjimi bilime verdim. Bilim tarih boyunca pek çok sorunu çözmüş ve insanlığa elle dokunabilir yarar sağlayan teknolojiyi sağlamıştır. Yanıt bilimdeydi! Halklarımızı eğitirsek ve tıp, tarım ve enerji üretiminde ilerlemeye devam edersek bir gün mistik Aden Bahçesi bizler için gerçek olabilirdi.

Kendimi çalışmalarıma verdim. İnsanları bir gün hastalığa tutsaklıktan kurtaracak bilimsel mesih olmaya karar vermiştim. On altı yaşındayken zekâ katsayım ve notlarım sayesinde lisenin erken mezuniyet programına kabul edildim. O zaman Pittsburgh Üniversitesi’nde biyoloji ve kimya çalışmalarına başladım.

AKILCI DÜŞÜNCE İNSANLARA KARŞI DUYDUĞUM MERHAMETİN YERİNİ ALIYOR

Liseden takdirle mezun oldum. Bilim derecemle gurur duyuyordum ama bu bilgiyi uygulamak için tüm motivasyonumu kaybetmiştim. Güneşli bir gün, kaynaşan termitlere bakıp benzer uzaklıktan bizimle onlar arasında bir fark olmadığını düşündüm. Ayakkabımla birkaç düzinesini ezdim ve toprağın içinde ufaladım. Bunlar ölse ne olacaktı? İnsanlar her gün ölüyordu. Sonunda sonuç birey ve nihai olarak insan ırkı için her zaman ölüm olurdu.

İnsanlık benim için molekül ve enzimlerin düzenli ağından başka bir şey değildi artık. İnsanları besinleri metabolize eden, atıklarını atan, yumurtalarını dölleyen ve ersuyunu çıkararak günlük rutinlerini gerçekleştiren organizmalar olarak görüyordum. İnsan psikolojisini de anatomileri kadar iyi biliyordum. Onları o yana bu yana çeken gizli şeyler benim için çok açıktı. Kobay faresi gibilerdi. Davranışları sadece biraz daha fazla öngörülebilirdi. En büyük eğlencem onları ustalıkla oynatabilmekti. Onlara önem vermem gerektiğini biliyordum ama önem vermiyordum. Önem veremiyordum. İnsanlığın hedefi acıyı hafifletmekse bana göre ilaç ve hastalık kontrolüyle uğraşmak yerine kafaya sıkılacak bir kurşun daha verimli olacaktı.

İnsanların hayatlarını uzatmanın anlamı neydi ki? Bir kızın evlenecek kadar yaşamaması veya annesinin bunu görememesinin ne önemi vardı ki? Geçici duygusal deneyimlerin değeri neydi? Bunlar sadece beynin duyusal girdilerle bio-kimyası değil miydi? Kişinin ölümüyle birlikte bu deneyimin anıları bunları deneyim eden kişiyle birlikte yok olacaktı. Bu aşırı görüşüm insanları metebolik birimlere indirgemişti. Yücelttiğim mantık kadar soğuk ve ilgisiz olmuştum.

Eğitimimin birilerine faydası olacaksa o kişi ben olacaktım. Düşük ücretli bir araştırma pozisyonu teklifini kimya laboratuarında daha çok ödeyen güvenli bir iş için geri çevirdim. Burada 10 yıl boyunca haftanın 40 saati beynimi basit işlerle çürüttüm.

AKILCI DÜŞÜNCE BİLİMDEN FELSEFEYE DÖNÜYOR

Bilim aklımda köpüren soruları yanıtlamak için hiçbir şey yapmamıştı. Neden önemsemeliyim? Ne kadar önemsemeliyim? Önemsemeli miyim? Hayatta amacım nedir? Bir amaç var mı? İnsanları nasıl sevebilirim? İnsanları sevmeli miyim? Hangi insanları sevmeliyim? İnsanları nasıl bağışlayabilirim? İnsanları bağışlamalı mıyım? Doğru olanı mı yaptım? Yanlış olanı mı yaptım? Doğru veya yanlış diye bir şey var mı?

Felsefeye döndüm ve rastlantısal olarak yaratıldığını söyledikleri yaşama önem atfetmeye çalışan birkaç ateist filozofu denedim. Hepsinin boş laf olduğuna karar verdim. Hayatlarımız rastlantı ve şans sonucunda ortaya çıktıysa o zaman hayat anlamsızdı. Kendimizi ne kadar tersi yönünde ikna etmeye çalışsak da.

Bu konuda benim bir sorunum yoktu. Hayatımı bu gerçeğe göre yaşamaya hazırdım. Anlamsız bir yaşam düşüncesinin insanı çok özgür kılan bir deneyim olduğunu fark ettim. Ahlaki görecelikten faydalanmaya karar verdim ve var olan vicdanımı da yok ettim. Doğru düzgün yaşamdan çok çok uzaklara düştüm ama bilmiyordum. Kendimi sürekli olarak bir alışkanlıktan diğerinin kollarına attım. Hayatın ne kadar anlamsız olduğunu unutmak için yaşamımı anlamsız etkinliklerle doldurmaya çalıştım. Umutsuzluğumun içinde kendi doğruluğuna güvenen ve dargın bir kişi oldum. Kendi anlamsızlıklarının kendinden memnun bir şekilde farkında olmayan moronları gizliden gizliye kıskanıyordum. Onları sarsarak uyandırmak ve yaşamlarının aslında ne kadar değersiz olduğunu görmelerini sağlamak istiyordum.

FELSEFEM HIRİSTİYANLIK KARŞITI OLUYOR

Bana göre en büyük aptallar Hıristiyanlardı. Doğa bilimleri konusunda cehaletleri nedeniyle onlardan nefret ediyordum. Dünyanın geri kalanının onların tanrısına inanmaları, onların standartlarına göre yaşamları ve söylediklerini önemsemeleri için nasıl da hiçbir neden olmadığını göremiyorlardı. Fakat oradaydılar ve gerçeğin tescilli hali ellerindeymiş gibi davranıyorlardı. Yapmacıklıkları beni hasta ediyordu. Ben de onlara karşı aynı yapmacıklığı gösterdiğim halde. Ne de olsa ben kendi yapmacıklığımda haklıydım! En azından ben doğaüstü olana inanmamak için mantıklı nedenler gösterebiliyordum. Görünmeyen bir şeye inanmalarının nedenini göstermeleri için meydan okuduğumda bana şöyle yanıt verirlerdi, ‘Rüzgârı da göremezsiniz ama vardır.’ Sonra da rüzgârın basınçta meydana gelen farklılıklardan oluştuğunu ve rüzgârın var olmasıyla ilgili çok sayıda bilimsel kanıt olduğunu ama tanrıları için bunun geçerli olmadığını açıklamaya çalışırdım. Tanıdığım en akıllı Hıristiyanlar bile inançlarının nedenini ifade etmekte zorlanıyorlardı.

Duyduğum açıklamaların çoğu Kutsal Kitap’ın yetkisine dayanıyordu. “Kutsal Kitap diyor ki... Kutsal Kitap diyor ki... Kutsal Kitap diyor ki.” Kutsal Kitap’ın ne dediğinden kime ne? Ben örneğin umursamıyordum. “Bir dolu uydurulmuş batıl inançlardan oluşan zırva. Göremiyor musunuz?” derdim. Sonra inançlarının putperest kökenlerinden söz ederdim. İsa’nın üretilmiş bir efsane olduğunu göstermeye çalışırdım. Sırf onlarla tartışabilmek için Kutsal Kitap’ın içini dışını iyice öğrendim.

Hıristiyanlık karşıtı savlarım umutsuz yaşamımda nihai eğlencem oldu. Dini tartışmaların gerçekten çok dil ve sunumla ilgili olduğunu öğrendim. Kutsal Kitap’taki belli hataları göstermeye çalışırken kendi mantığımdaki zayıflıkları görmeye başladım. Hıristiyanlığı mahvetmek için duyduğum arzuyu haklı çıkarmak ve güvenilirliğini yok etmek için nedenler bulmalıydım. İkiyüzlülüklerine, bu dine bağlı olanların davranışlarına ve bu din adında verilen savaşlara sövüp sayıyordum. Başbelası tanrısının ve dinin etkili sonucunu sorguladım. Kısacası, kendi ahlaki göreceliğim kötülük kavramının mantıki savunmasına izin vermemesi gerçeğine karşın, bunu en büyük kötülük olarak görmeye başladım.

Kutsal Kitap bana anlamlı gelmiyordu. Peki, ama başkalarına neden anlamlı geliyordu? Benim görmediğim neyi görüyorlardı? Tanrı olmasını, Tanrı yanılsaması yaratacak kadar çok mu istiyorlardı? 1998 Yeni Yıl Günüydü. Kutsal Kitap’ın tümünü yeniden okuma kararı aldım. Bu kez şiir veya bir roman gibi okuyacaktım. Gerçek sunumu gibi okumayacaktım.

Sonraki aylarda kararıma sadık kaldım ve Kutsal Kitap’ı yorumlamam konusunda bir fark görmeye başladım. Entelektüel olarak aklımın, mantıken okuduğum hemen hemen her şeyin birbirinden çok farklı iki yorumunu kabul edebileceğini gördüm. Herhangi bir ayet veya bölümle ilgili bir yorum hikâyenin tümünü saçma sayabiliyordu. Fakat diğer yorum hikâyenin anlam kazanmasına olanak sağlıyordu.

Eğer aklım kitabın tümünün anlam kazanmasına izin veren yorumları kabul edebilse o zaman içimde, anlamlı olmasını istemeyen neydi? Bana öyle geliyordu ki sanki Kutsal Kitap benim kendisini okuduğum gibi beni okuyordu. Ne zaman tanrısında bir hata bulsam, kendimde bir hata buluyordum. Bu tanrının Musa’ya öldürmeyi emretmesini yargıladığım zaman ne yapıyordum? Kibirli bir şekilde kendi ahlağımı tüm ahlağın yaratıcısı olan bu Varlığınkinden daha mı üstün görüyordum? ‘Öldür veya öl’ durumunda kapana kısılmış tüm bir ulusun eylemlerini mi mahkûm ediyordum? İsa Mesih, bana kendisine layık olmak için her şeyimi vermem gerektiğini söylediğinde ona karşı öfke duyma arzusunu uyandıran içimdeki neydi? Benim bencilliğim miydi?

Kendimi çok iyi hissediyordum. Bir tür derin keşif yapmak üzere olmanın getirdiği türden bir iyilik hissiydi bu. Neyi keşfettiğimden emin değildim ama dünyayla ilgili algım değişiyordu. Sonra bir gün, İncil’de bildik bir ayet okudum. Sonunda İsa’nın ne demek istediğini anladım. Öğrencilerinden ne istediğini anladım:

“İsa, Filipus Sezariyesi bölgesine geldiğinde öğrencilerine şunu sordu: "Halk, İnsanoğlu'nun kim olduğunu söylüyor?" Öğrencileri şu karşılığı verdiler: "Kimi Vaftizci Yahya, kimi İlyas, kimi de Yeremya ya da peygamberlerden biridir diyor." İsa onlara, "Siz ne dersiniz" dedi, "Sizce ben kimim?" Simun Petrus, "Sen, yaşayan Tanrı'nın Oğlu Mesih'sin" yanıtını verdi. İsa ona, "Ne mutlu sana, Yunus oğlu Simun!" dedi. "Bu sırrı sana açan insan değil, göklerdeki Babam'dır.” (Matta 16:13-17)

SİZCE BEN KİMİM? 

Benim Mesih’in kim olduğu hakkında söylemek üzere olduklarım, O’ndan çok benim hakkımda bir şeyler söylüyordu. O anda gördüm! Kutsal Kitap’ın temel mesajının ne olduğunu gördüm ve alçaldığımı hissettim. Alçaltılmaktan çok ezik hissettim. Gerçek, Nuh Tufanı sırasında ne kadar yağmur yağdığı veya Kutsal Kitap’ta sözü geçen çeşitli yerlerin yıkıntılarının bulunmasıyla ilgili değildi. Birbirimize karşı sevgimizde kusurlu olan, Tanrı’nın kusursuz sevgisiyle yeniden bütün haline getirilmeye ihtiyaç duyan bizlerle ilgili gerçekti! Gerçek, günahsız bir adamın bizim yaşayabilmemiz için bizim yerimize ölmesiyle ilgiliydi! Kutsal Kitap’ın merkezindeki kişi İSA MESİH’ti ve hala öyle!

Aşağılık doğamın farkına vardığım anda, İsa’nın benim yerime öldüğünü fark ettim. Daha önce günahın ne kadar kötü olduğunu hiç olduğu gibi görmemiştim ve bu nedenle Mesih’in bir hiç için öldüğünü düşünmüştüm. Fakat bu İsa, insanlığın tümünde var olan korkunç doğayı görebiliyordu ama yine de bizi kendimizden kurtarmak için kendisini kurban olarak sunmaya karar verdi. Günahkar doğam masum bir insanın, İsa Mesih’in ölümüne neden olmuştu. Bu andan önce cehenneme hiç inanmamıştım. İnsanın ne kadar kötü olduğunu gördükten sonra ilk düşüncelerimden biri benim cehennemde olmayı hak ettiğimdi. Cehennemde!

YENİ BİR YARATIK

Aptallık etmiştim. Hayatımda ilk kez ruhumun ve İsa Mesih’in ilahi ışığı üzerine düştüğünde ne kadar kirli olduğumu fark ettim. Suçlayıcı parmağım tam bir dönüş yaptı ve beni gösterdi. Dünyada yolunda olmayan şey Hıristiyanlık değildi! Dünyada sorun olan eğitim eksikliği değildi! Dünyada sorun bendim! Sonra varlığını savunmanın entelektüel olarak mümkün olmadığını düşündüğüm Tanrı’ya bağışlanma için dua ettim. Ne kadar da yanılmıştım. Birkaç gün içinde, bir zamanlar sahip olduğum hemen hemen her ateist ve hümanist görüş değişmişti. Kürtaj, eşcinsellik veya evlilik öncesi cinsel ilişki konusunda savunmamı artık haklı göremiyordum çünkü bu davranışları oldukları gibi apaçık gördüm. Bunlar sadece bencillik ve günahkârlık eylemleriydi. Artık televizyondan pek keyif alamıyordum çünkü sunduklarının Tanrı’yı gücendirdiğini fark ettim. Fakat içimde gerçekleşen en büyük değişim yürekle ilgili konularda soğuk ilgisizliğimden özgür kılınmış olmamdı. Ateist felsefem başkalarına karşı merhametimi kaybetmeme yol açmıştı. O zaman kimseyi sevme becerisine sahip değildim, kendimi bile. Hayata karşı duyarsız olmuştum.

Yıllar boyunca, ruhsal olarak ölüydüm ama yürüyüp konuşmaya devam ettiğim için bilmiyordum. Ama artık yeniden doğmuştum ve ruhsal şeyleri anlamaya olanak veren içimdeki Ruh İsa Mesih’in görkemli, mükemmel ve üstün bilinciyle bağlantı kuruyordu. Yüreğimi ve bilincimi yeniledi. Hıristiyanlar bundan bir örtünün kaldırılması şeklinde söz ederler oysa benim için sanki demir bir perde yıkılmıştı. Hayatımda ilk kez, dünyayı olduğu gibi görüyordum. İnsanları artık parçacıklarının toplamı veya yaşamı anlamsız bir alıştırma gibi görmüyordum. Artık her ikisini de akılcı düşüncemin izin verdiğinden daha geçerli bir şey olarak görüyordum. Yıllarımın çoğunu yaşamı inceleyerek geçirmiştim. Mantığın mikroskobu üzerine eğilmiş ve odaklanmış olarak çevremdeki “Büyük Resmi” göremiyordum.

Kendimi,kendimden boşaltmaya devam ettikçe, gerçek o kadar netlik kazandı. Daha önce görmemi engelleyen kendi bencil günahımdı. İsa Mesih benim Tanrım, büyük saplantım oldu. Aylar boyunca, saatlerce O’nun hakkında derin derin düşündüm. O’nunla çok gerçek bir şekilde bağlantı kurmuştum. Ve beni hayal kırıklığına uğratmadı. Tanrı kendisini bana gösterdi.

Benim için Kutsal Kitap’la ilgili gerçek, tarihsel doğruluk, yanılmazlık veya İncil’in güvenilirliği ile kanıtlamış değildi. Çünkü ilk başta benim varsayımlarımda bunlar yoktu. İsa Mesih’e atfedilen sözlerin asıl olarak içeriğinde ilahi esin gördüm. Ben veya herhangi birinin, ruhsal konuları anlayabilmiş olması ruh konusundaki kanıtım oldu.

İncil’in ruhsal gerçeklerini ilk elden öğrenmek hayata karşı tavrımı ve bakışımı dramatik olarak değiştirdi. Elime geçen bilgiler değişmiş değildi. Algım değişti ve bunun sonucu olarak ben değiştim. Ölmüştüm ama İsa Mesih beni uyandırdı! Beni bencil benliğimden korudu, ben de kendimi O’na verdim. Bana verdikleri için minnettarım ve vaat ettikleri için umutluyum.

A.S. Jones