Taşı çekin! Lazar çık dışarı!
Yüksek sele çağırdı, kısa ama güçlü bir çağrıydı. O elli trilyon hücrenin sıraya girişini ve Efendileri’nin çağrısına itaat etmelerini düşünün! Bu kadar mucizevi bir şeyi hayal edin! İsa’nın sizin adınızı çağırdığını hayal edin! İsa’nın kendisini size açıkladığını, sizi çeşitli tutsaklıklarınızdan ve karanlıktan kopmaya çağırdığını ve kendisine iman etmenizi istediğini hayal edin! Böyle bir şey benim başıma geldi, eminim sizin başınıza da gelebilir. Bir arkadaşımın verdiği İncil’i okuyordum. O zamana kadar sadece Kuran’ı okumuştum. Her gün işten eve gelip yatağımda uzanarak okumalarıma devam etmeyi iple çekiyordum.
Fakat neyi önce inanılmaz buldum ve sonra inandım? O kadar inanılmaz ki, hala inanılmaz buluyorum. İnanılmaz ama gerçek.
Tanrı, en büyük seçimi bize bıraktı.
Tanrı’nın sonsuz vatanımız konusunda seçimi bize bırakmış olmasını inanılmaz buluyorum. Bizi oraya davet etti. Bunu anlamak için İncil’i çok fazla okumanıza gerek yok. Ama bunun üzerine biraz düşünün; yaşamda seçebileceğimiz çok fazla şey yok. Havanın nasıl olacağını seçemeyiz. Ekonomiyi denetleyemeyiz. Büyük bir burunla ya da mavi gözlü ya da gür saçlarla doğmamızı sağlayamayız. İnsanların bize nasıl tepki göstereceğini bile seçemeyiz. Ama sonsuzluğu nerede geçirebileceğimizi seçebiliriz. Tanrı, en büyük seçimi bize bıraktı. En yaşamsal karar bize ait.
Tanrı’nın davetine nasıl karşılık vereceksiniz? O’nunla sonsuza dek yaşamanızı istemesine ne diyeceksiniz?
Tanrı’nın davetine karşılık ben ne yaptım? Yaşamımın ilk yarısında hiçbir şey yapmadım. Bunun nedenlerinden biri bu konuda hiçbir şey bilmememdi. Kimse bana İncil’in Tanrı ve benim hakkımda neler söylediğini açıklamamıştı. Diğer neden ise, genel olarak kendimi iyi bir insan olarak görüyordum ve bir Kurtarıcı’ya ihtiyacım olduğunu düşünmüyordum. Sonra, kendim, günah ve Tanrı’nın iyilikle ilgili standartıyla ilgili yanlış görüşümden dolayı hayatımda var olan boşluğu maddi şeylere sahip olarak doldurmaya çalıştım. Maddi şeylerin sağladığı geçici zevkler için yaşamak ne kadar da trajik!
Bu gerçeğin bilincine vardığım anı ve o an hangi trafik ışıklarında beklediğimi hatırlıyorum. Orada, bizim oraların en tutulan, en hızlı spor arabalarından birinin direksiyonunda oturuyordum. Bunlardan her yıl belli bir sayıda üretiliyordu ve ben en yeni modeline sahiptim- hem de kırmızı! Bir grup lise öğrencisi kavşağa yaklaşıyordu ve yaklaşırken arabama baktılar. Göz göze geldik. Yüzlerindeki ifadeden şu okunuyordu, ‘Şu adama bakın. İşte gerçekten nasıl yaşaması gerektiğini bilen biri!’ Bu hayranlık dolu bakışlar yeni bir şey değildi. Arabamla nereye gitsem bu bakışlarla karşılaşıyordum ama bu kez durum farklıydı. Bu arabayı süren adamın yüreğinin boş olduğunu fark ettim. Gençlere baktım ve şöyle bağırmak istedim, ‘Çocuklar, hiç de göründüğü gibi değil. Bu araba hayatımdaki boşluğu doldurmadı. Dolduracağını sandım ama doldurmadı.”
Orada oturdum ve trafik ışıklarının yeşile dönmesini bekledim ve şöyle düşündüm, ‘Otuz yaşındasın. Neredeyse hayatının yarısı geçmiş ve hala yaşamın anlamını bilmiyorsun!” Beni güvenli bir şekilde cennete gidecek yolu sağlayacak kadar çok seven bir Tanrı olduğunu bilmeden yaşadım. Tanrı’nın günahın mahvettiği ilişkimizi yenileyip aramızı düzeltmek istediğini bilmeden yaşadım. İncil’in kapağını bile açmadan ve Tanrı’nın bol yaşam için tasarısı hakkında hiçbir şey bilmeden yaşadım.
Üniversiteden mezun olmuş ve Tanrı hakkında ciddi bir şekilde düşünmeden seçtiğim meslekte altı yıl çalışmıştım. Dinle ilgili okuduğum tek kitap Kuran’dı. Sonra işyerinde bir arkadaşım benimle ruhsal konulardan konuştu ve beni güldüren bir şey söyledi. Dedi ki, “İsa’ya ihtiyacın var.” Bana vermek istediği Kutsal Kitap’ı kabul etmem için bir süre geçmesi gerekti. Tam olarak üç ay. Önerisini kabul ettim ve Kutsal Kitap’ın ikinci yarısı olan İncil’i okudum. İncil’i başından sonuna kadar okumamı istedi. Hiç sonuna gelmedim. Aslında şöyle söylemeliyim, sonuna geldiğimde, başta olduğum insan değildim artık.
Benim yüreğime dokunan aynı ışık, sizinkine de dokunsun!
İncil’in ilk üç kısmını- Matta, Markos ve Luka- okumuştum. Yuhanna İncili denen dördüncü kısma geldiğimde birinci bölümün ötesine geçemedim. En azından o gece. Sizin gözleriniz de benim gözlerimin şölenini görsün diye burada bir alıntı yapacağım. Benim yüreğime dokunan aynı ışık, sizinkine de dokunsun:
“Başlangıçta Söz vardı. Söz Tanrı'yla birlikteydi ve Söz Tanrı'ydı. Başlangıçta O, Tanrı'yla birlikteydi. Her şey O'nun aracılığıyla var oldu, var olan hiçbir şey O'nsuz olmadı. Yaşam O'ndaydı ve yaşam insanların ışığıydı. Işık karanlıkta parlar. Karanlık onu alt edemedi. Tanrı'nın gönderdiği Yahya adlı bir adam ortaya çıktı. Tanıklık amacıyla, ışığa tanıklık etsin ve herkes onun aracılığıyla iman etsin diye geldi. Kendisi ışık değildi, ama ışığa tanıklık etmeye geldi. Dünyaya gelen, her insanı aydınlatan gerçek ışık vardı. O, dünyadaydı, dünya O'nun aracılığıyla var oldu, ama dünya O'nu tanımadı. Kendi yurduna geldi, ama kendi halkı O'nu kabul etmedi. Kendisini kabul edip adına iman edenlerin hepsine Tanrı'nın çocukları olma hakkını verdi. Onlar ne kandan, ne beden ne de insan isteğinden doğdular; tersine, Tanrı'dan doğdular. Söz, insan olup aramızda yaşadı.” (Yuhanna 1:1-14, İncil)
İncil’de ilahi Söz’ün beden almasıyla ilgili ayeti okumuştum. Tabii ki dikkatimi çekti. Tanrı’nın bize İsa’yla vermiş olduğuşeyin ne olağanüstü bir tanımı. İsa ilahi Söz’dür. İster inanın, ister inanmayın İsa’nın bu şekilde betimlenmesi, o gece okuduğum bu iki ayet kadar dikkatimi çekmedi:
“Kendisini kabul edip adına iman edenlerin hepsine Tanrı'nın çocukları olma hakkını verdi. Onlar ne kandan, ne beden ne de insan isteğinden doğdular; tersine, Tanrı'dan doğdular.” (Yuhanna 1:12-13, İncil)